9 Ekim 2020 Cuma

EMILY IN PARIS - DİZİ YORUMU

 



Diziyi tam olarak 5 dakika önce bitirdim ve aklımdaki detaylar uçup gitmeden sizlere anlatmak istiyorum.

 


Lily Colins harikaydı. O kadar güzel ve tatlı ki diziyi onun için izlemeye başlamıştım. Diziyi sevdim. Devamının gelmesini de istiyorum. Ama gelelim önce özete ardından detaylara…

 


Emily Şikago’da iyi bir şirkette pazarlamacı olarak çalışıyor. Onun üst kademesinde olan arkadaşı şirketin satın almış olduğu Paris’teki şirketin pazarlama bölümüne hamile olduğu için gidemiyor. Böylece asla Fransızca bilmeyen Emily yollara düşüyor.



 Emily’nin Paris’te yaşadığı dil sıkıntısına çok güzel değinmişlerdi. Çevresindeki Fransızların onu yok sayması, onunla konuşmaması veya ona kötü davranması oldukça gerçekçiydi. Tam olarak acaba ben de gitsem bana da mı öyle davranırlar diye düşündürtüyor. En güzel örnek sırf İngilizce konuştuğu için çiçekçi kadının ona kötü gülleri vermesi gibi…

 


Her bölümde önce Emily’nin bir hata yaptığını ve bu hatalarını düzelttiğini izledik. Zaten bölümler o kadar kısa ki hemencecik bitiyor dizi. İşletme öğrencisi olarak ve pazarlama alanında çalışmayı hedefleyen ben için oldukça yararı oldu diyebilirim. (Sadece Emily’nin fikirlerinden bahsediyorum lütfeeeen.)

 


Dizinin gıcık ve kötü patronu Slyvie çok yerinde bir karakter olmuştu bence. Oldukça katı ve otoriter. Kendinden asla ödün vermeyen güçlü bir imaj çizdi. Dizinin ilk bölümünde aklınızdan şu geçiyor: “Bu ikisi çok yakın arkadaş olacak.” Ama olmadı yani son bölümde kadının bir iyi niyetini görür gibi olduk sezon bitti. Slyvie’dan bahsetmişken Fransızların bu denli geniş olmaları beni bir hayli şaşırttı. Adam evli ve metresi var. Karısı metresi olduğunu biliyor. Daha sonra karısının Emily’e dediği şu laf “Yok artık!” dedirtiyor. “Sen daha iyi bir partner olursun.” PARDONNN? Yüzyıllar aşıldıkça genişlik seviyesi de mi artıyor?Gerçi bu durumun Fransızlara has olduğundan da bahsediyor. O yüzden bilemedim. Geçelim bunu ve daha iyi bir konuya değinelim. 

 

   


Gelelim Emily’nin alt komşusu Gabriel’e. Hatta gelelim ve gitmeyelim. Ah canım Gabriel. O gözler ne, o gülüş ne, ne güzel Fransızsın sen. Sürekli ha kavuşacaklar ha kavuşacaklar derken bir de ne olsun Gabriel’in kız arkadaşı çıktı hem deee dünya tatlısı bir kız. Bundan sonra işler baya karışmaya başlıyor. Emily Gabriel’ i öpüyor. Ardından sevgilisi olduğunu öğreniyor. Sonra başka bir erkekle beraber oluyor. Aşırı itici bir tipti. Sonra yine Gabriel’i öpüyor. Sonra Gabriel’in sevgilisinin 17 yaşındaki kardeşiyle beraber oluyor. Sonra bla bla bla bla. Tekrar Gabriel’e dönüyor. İzlerken keyif verici ama rahatlık seviyesi beni bi miktar rahatsız etti. 




Nedeeeen mi? Çünkü Gabriel’le beraberken aynı zamanda sevgilisiyle de çok yakın arkadaş oldu. Emily Bihter, Camille Nihal oldu. Behlül kim tahmin ediyorsunuz. (Aşk-ı Memnu hiç sevmem.)


 


Emily’nin kıyafetlerine her bölümde bayıldım. İnanılmaz giydirmişler. Tam olarak ilham olacak bir stildi. Ve Emily in Paris adını çok sevdim. Direkt içimden yurtdışına çıkınca ben de adımı böyle değiştireyim diye geçti. Ve bunu kesin yaparım.

 


Sürekli yanak yanağa her buluşmalarda öpüşmeleri bizi hatırlattı. Ben diziyi sevdim çok güzel, kafa yormayan çerezlik bir diziydi. Bir günde bitti. Umarım keyif alarak izlemişsinizdir. Ah bir de Emily’nin telefon kabından nefret ettim. 3. Bölümde fotoğraf makinası olduğunu anca anladım. Bence her kombinine göre telefon kabını değiştirselerdi daha göze hitap edebilirdi. 



Gökçe in İstanbul. Au revoir.






29 Eylül 2020 Salı

Pride & Prejudice Film Yorumu

 



Yıllardır bu filmi izlemeyi hep erteledim. Çünkü filmlerden önce kitaplarını okumayı hep daha çok sevmişimdir. Ama 15 sene içinde hala kitabını okumadığım için ve filmde sürekli karşıma çıktığı için hislerime yenik düşemedim. Nasıl bir değerlendirme yapacağımı bilmiyorum biraz karışık gideceğim sanırım.

 


Dönemin İngiltere’sinde durumların bu şekilde olması bana çok değişik geldi. Elbette dönem hakkında pek bir fikrim yok ama bu kadar evlenme meraklısı genç kız olacağını düşünmemiştim. Her şeyi geçtim ailelerin kızlarını bu şekilde ulu orta pazarlaması(?) bende bi küçük şok etkisi yarattı. Sürekli dans etmeleri harika olay. Dans ederken tanışıyorlar, sohbet ediyorlar. Üstelik dansları oldukça heves uyandırıcı ve romantik diyebilirim. Bu olayın bizde olduğunu düşünsenize halay çekerken veya çiftetelli oynarken ne kadar romantik olabilirsiniz? Hayali bile çok korkunç.

 


Elizabeth karakterini oynayan Keira Knightley’i pek beğenmiyorum. güzel bulduğum bir oyuncu asla değil. Yetenekli mi? Belki. Başrolü çok sevmeyince film izlemek zor olabiliyor eminim beni anlıyorsunuzdur. Kadının gülüşü, duruşu hiçbir şeyi hoşuma gitmedi. Ancak, Mr. Darcy ile yan yana geldiklerinde ikisine de bayıldım.

 


Mr. Darcy ilk başlarda beni pek etkilemedi. Etkilemedi derken; Elizabeth’e bir takım duyguları varmış gibi gelmemişti. Özellikle ona duygularını açtığı sahnede pek etkilenmedim. Ama ondan sonra…

 


Davranışları, bakışları, yaptıkları tam bir aşk adamının yapacaklarıydı. Bununla beraber Elizabeth’in bön bön duruşlarına gıcık oldum. Birbirlerine hisleri varken takındıkları tavırlar beni derinden yaraladı. Kalbim kırık bir şekilde izledim kavuşmalarını. En son sahnede Elizabeth’in babasıyla konuştuğu sahne çok güzeldi. Mr. Darcy’i gerçekten sevdiğini anlatması…Bizi de ağlattı tabii buralarda.

 



İnsanların birbirlerini bu şekilde sevmesi, değer vermesi günümüzün aksine oldukça değerli hissettiren duygular. Hala bu filmleri izleyip kalbimiz onların aşkıyla, gururlarıyla, yaptıklarıyla pır pır ediyorsa hala umut var diyebilir miyiz?



Ya da ilk başta tamamen kibirli olan o adamın filmin sonunda böyle birisine dönüşmesini bekler miydik? Şaka şaka her yaz dizisinde aynı olay var zaten. Burayı yazmamışım sayalım lütfen.


 

Bir gün biz de Mr. Darcy’mizi buluruz belki ne dersiniz?

 

 

 

 

2 Eylül 2020 Çarşamba

CV NASIL HAZIRLANIR?

Geçtiğimizden günlerde sıkıntısını çokça çektiğim bir konu seçmek istedim. Bence çoğumuzu strese sokan tam olarak ne yapacağını bilmediği bir konu bu cv hazırlama konusu. Bir kere eğer bu derde düşmüşsen muhtemelen 3.-4. Sınıf öğrencisi olmuşsun demektir. Dikkat ederse derde düşmüşsen diyorum çünkü derde düşmeden yapılacak bir şey değil bence. Ha üniversite başından beri harika stajlar etkinlikler yapmışsındır veya liseden öyle geliyorsundur gül gibi cv’ni hazır etmişsindir. Ama benim gibi bu dert ile bütünleşip bu işe girdiysen şimdiden geçmiş olsun. Ama sakin olalım çünkü birinci ağızdan bu stresi deneyimlemiş biri olarak şunu söyleyebilirim ki bu işi başaracağız.
Ben ilk olarak Google amcaya sordum. “Cv nasıl hazırlanır?” diye aynı senin yaptığın gibi. Önüme çıkan heeeer siteyi açtım çok ciddiyim. 20 sekme falan açmışımdır. Bir de her sekmeye bakarken içerde alakalı bir site görüp onlara da girdim. 30 sekme arasından bu işten sıyrılmaya çalıştım. Başarılı olup olmadığım konusunda şu an pek bi fikrim yok. Kariyer.net i sende öğrenmişsindir şu sıralar muhtemelen. Önce oradaki alanları doldurmaya başladım. Bu arada linkledin deki cv yi cv den saymıyorum arkadaşlar. Çıktısını alamadığım cv yi napayım ben. Online sitelerden bir kaçında cv oluşturdum kabataslak. Ama işin can alıcı kısmı bunun kabası değil ince işçiliği tabii. Cv hazırlıyoruz ama içini doldurmaya gelince tutuşuyoruz. En azından benim için öyle oldu. E karantina da çok geliştirmedik kendimizi napalım. İstanbul işletme enstitüsünün ücretsiz vermiş olduğu derslere kayıt oldum bende. Hem ücretsiz, hem 1 hafta, hem de sertifikalı bir eğitim. Tabii sonundaki sınavı geçmeniz gerekiyor. Sınava bu hafta giricem. Cv’mi güncellerim umarım.
Gözüme yanlış gelen birkaç şeyden de bahsetmek istiyorum. Şimdi şöyle ki ben sanıyordum ki bir tane cv oluşturduk her yere onu koyabiliriz. Ama bu işin trafiği böyle değilmiş. Bir siteye -staj/iş arama sitesi- üye olmak istiyorum karşıma cv de doldurduğum sorular çıkıyor. Pardon da bu işi biz bir kere yapmayacak mıyız? En az 5 sitede 5 farklı cv’m bulunuyor. Hepsine aynı şeyleri yaz, bak yaz, değiştir, düzelt. Baya saçma bulduğum bir olay.
Onun dışında cv’mizi oluşturduk her şey güzel 4. Sınıfların başvurabileceği bir kariyet etkinliği/eğitim kampı görüyorum. Tam başvuracakken şartlarında “en az 2 yıl deneyimli” yazıyor. Pardon da 4. Sınıfların başvuracağı şeyde 2 yıl deneyim aramak... Tabi bu kızgınlığım kendimden başkasına değil. Ha bugün ha yarın diye diye erteledim her şeyi. Oyun oynadığım kendi geleceğimmiş yeni fark ettim. Ne adamlar, kadınlar var kendilerini inanılmaz geliştirmişler ağzım açık kalıyor. Eğer ki sen henüz bu yolun başındaysan 1.-2. Sınıf öğrencisiysen, tavsiyeme kulak ver. Yapabileceğinin en iyisini yap. Çünkü benim gibi şu an çırpınan “yaa iş yok” diyen adam çok. Yeterliliğini arttır. Sertifikalar al. Projelerde yer al. Liderlik eğitimi kamplarına başvur. Yenibirlider derneğine bakabilirsin bu konuda çok iyiler. Şirketlere ücretsiz stajyer olabileceğin teklifler yap. Ve tabii ki söylememe gerek yok ama dil öğren. İngilizce hariç. Umarım bu tavsiyelerimin sana bir faydası olur.

26 Ağustos 2020 Çarşamba

HAYATTAKİ AMACIMIZ NE?




Sizin bu hayattaki amacınız ne? Doğru yerde misiniz? Doğru kıta, doğru ülke, doğru aile… Bunlardan hangisi eksik hayatınızda? Belki de en önemli şey eksiktir: Para. Bi kaçınız bana kızabilir. “Para her şey mi?” diye. Bunun cevabı koca bir EVET. Şimdi diyeceksin ki “Hayaller, hedefler, umutlar, çabalar ne olacak?” inan bunlara diyecek tek bir lafım yok. Bundan 2-3 sene önce ben de senin gibi her şeyin para etmediğini düşünüyordum. Azim, çalışma, hayaller bunlar paradan çok daha önemli şeylerdi. Ama yanıldığım kısım da tam olarak buydu. Bu şeyler daha önemli şeyler değil. Sadece daha kıymetli şeyler. Önemli olan şey para. Beni paragöz bir insan olarak tanımanızı istemem öyle birisi de değilim zaten. Ancak şu içinde bulunduğumuz dünyada/ülkede/konumda hangisini seçersen seç, paran olmadıktan sonra hayallerinle ancak bir yere kadar gidebiliyorsun. Belki bana karşı çıkan yoktur şu an aranızda ama ben her zamanki gibi farz-ı misal konuşmayı sürdüreceğim.



İlk olarak paramızın olmadığı hedeflerimizin, hayallerimizin, azmimizin olduğu gerçekliği ele alalım. 1. Örneklemimizde Ayşe hayalleri olan, hayallerinden asla vazgeçmeyen bir kız. Her gün kendini o uzun gökdelenlerdeki şirketlerin içinde hayal eden, iyi bir ceo olacağını düşünen birisi. Şimdi para bunun neresinde diye düşünelim. Para bunun şurasında arkadaşlar: Ehliyet kursu, İngilizce kursu+x dili kursu, yabancı sınavlara giriş (toelf,ielts), bunlara herhangi bir kurs, yurtdışı stajı, yurtdışında yüksek lisans hadi bunu geçtim ülkemizde bile çok pahalı bu olay. Erasmusu, hibesi, stajı, pasaportu, vizesi, uçak bileti…Hepsi ayrı dert. Belki senin için problem değil bunlar. Amaaan ne var bunlarda diyebilirsin ama inan bana birçok kişi bu sebepler yüzünden hayallerine ulaşamıyor veya erteliyor. Yazarken bile bunaldım.


2. örnekleme geçmeyeceğim. Ama kısaca şunu söyleyebilirim. Haberlerde veya magazinde görüyoruz. Bilmem kim (hiçbir vasfı olmayan sosyal medya ünlüleri) yılda şu kadar kazanıyor. Şu marka araba aldı vs vs. ben burada yıllarca dirsek çürütüyorum işe ilk başlama maaşım max 3k olacak. Bu beni çok sinirlendiriyor. Sen de yapsaydın bla bla diyen birileri olursa hiç yazmasınlar. Kimse eşit şartlarda doğmuyor. Ama iyi yerlere gelmek artık bizim elimizde. Gerçeği fark edip ona göre çalışın. Ona göre hedefler koyun. Pembe gözlüğün, hayallerinizin arkasına sığınıp “ama ben inanmıştım olacaktı” diyip kimseye ağlamayın. Yapabileceğinizin en iyisini yapın.


“Gerçek”i neye benzetiyorum biliyor musunuz? Sivrisineğe. Saçma tamam ama bi dinleyin. Şöyle ki akşam olmuş uyuyacaksın. Kafanı güzelce yastığa koydun daldın hayallere, hedeflere ileride sahip olmak istediğin hayatı düşünüyorsun. Senin için her şey mükemmel olacakmış gibi hayaller kuruyorsun. Tam rüyanda hayallerin gerçekleşecek sivrisinek vızıltısı seni rahat bırakmıyor. Örtüyü kafana çekiyorsun hala gitmiyor. Uyanıp öldürüyorsun geri yatıyorsun başka bi tane geliyor. Gerçek peşimizi asla bırakmıyor. Benim buradaki amacım sizin moralinizi bozmak değil. Sadece var olan gerçekliği fark etmenizi sağlamak. Hiçbir şey için geç değil. Biraz dağınık yazdım ama ne demek istediğimi anlamışsınızdır bence.


 

Hayal kurmak, bir şeyleri hedeflemek o kadar güzel ki bunu yapıyorsan bundan asla vazgeçme. Ancak bir yerde de artık pembe gözlüklerimizi çıkarmamız hayatın gerçeklerini görmemiz gerekiyor. Belki bunu acı yollarda öğrenebilirsin ama umarım öyle olmaz. Hayallerini kurarken gerçekliği unutma. Unutma ki ona göre çalış, ona göre çabala. Gerçek bir tokat gibi yüzümüze çarpmadan onun havadaki elini biz tutalım.

26 Nisan 2020 Pazar

NETFLIX-AŞK 101 DİZİ YORUMU







Evveeeet! Hepimizin ilk gün aç kurtlar gibi yiyip bitirdiği AŞK101’i yorumlamaya geldim. Dizinin fragmanları çıktığı an olumsuz düşünceler beynime yüklenmeye başlamıştı. Kötü olacağına o kadar inanıyordum ki izlemeyeceğimden emindim. Ne de olsa Protector ve Atiye’nin ne kadar başarısız olduğunu görmüştüm(Siz beğenmiş olabilirsiniz).






Spoilersız bi inceleme olmayacak ama spoiler niyetine çok bir şey var mı ki derseniz de olduğunu düşünmüyorum. Düz bir diziydi.
98 yılında okulun belalı 4+1 öğrencisinin yaptığı haylazlıkları izliyoruz aslında. Neden +1 ekledim çünkü Işık belalı sayılmaz fasulyeden o. İlk bölüm beni biraz korkuttu saçma sapan haylaz ergenler izleyeceğimi düşündüm(Yorumumun devamında sanki böyle değillermiş gibi davranacağım şimdiden söyleyeyim). Ama 2. Bölümden sonra karakterleri sevmeye başladım. Bu 4 serseri öğrenci okuldan atılmak üzereyken Burcu Öğretmenin çocukların atılmasını istememesi üzerine çocuklar okuldan atılmıyorlar ancak Burcu’nun tayin haberini alınca etekleri tutuşuyor çünkü atılmaları için red oyu veren hocaları giderse Bok Necdet’in onları okuldan atacaklarından oldukça eminler. Burcu’nun okulda kalmasının çözümünün ise onu aşık ederek tayinden vazgeçirmek olduğunu düşünüyorlar. Bu noktada da yolları Işık ile kesişiyor. Kendisi tam bir romantik. Böylece bu 5 kafadar kafa kafaya verip(!) iki öğretmenlerini aşık etmeye çalışıyorlar. (ALO NETFLIX! BÖYLE Bİ FİLM YAPMIŞTIN ZATEN “PATRONLARA TUZAK”)

Diziyi neden sevdim öncelikle buradan başlayayım. Bana unuttuğum duyguları hatırlattı. Lise yıllarının güzelliğini, ilk aşkın nasıl bir heyecan olduğunu, hoşlandığın çocuk için okula heyecanla gitmeyi, tek derdimin ertesi günkü sınava çalışmak olduğu(İnanamıyorum Gökçe bunu mu özledin dediğinizi duyar gibiyim), en yakın arkadaşlarla öğle arasında sahile gitmeyi ve daha birçok şeyi…

                               


Ah Sinan…benim üzümlü kekim. Sinan en sevdiğim karakter oldu. Hem çok tatlı hem çok yalnız hem de çok zeki ve bilgili. Ama bir de alkolik. Ailesi tarafından terkedilmiş bir yandan da dedesine bakan 17 yaşında bir çocuk. Babasının işe yaramazlığı, pişmiş kelleliği ise insanı hayattan soğutmaya yetiyor. Tamamıyla gereksiz bir insan. Sinan ile ilgili en hoşuma giden şey Işık’a olan bakışlarıydı. Kendini bu denli yalnız hisseden Sinan’a karşı gösterdiği candan tavırlar onun hem hoşuna gitti hem de korkuttu. Bunu da en iyi sınav kağıtlarını değiştirdiği sahnede gördük. Kendisine iyilik yapılmasına o kadar alışık değil ki minik kuşum korktu.

Dizide kapalı pencere göreniniz var mıydı? Tüm pencereler neden hep açıktı? Her açık pencerenin önünde de güvercinler vardı. Sürekli tekrarlanan şeyleri sevemedim bu yüzden.

Laboratuvardaki kavga sahnesinde yönetmen slow motion tekniğini yeni keşfetmiş gibiydi. Tamam anladık yavaşlattın hepsini cam kırılma sahnesi gördük harika ama 50 camın kırılmasını da yavaş çekimde göstermezsin be kardeşim.

Osman’ın neden sürekli fındık yediği hakkında bir fikrim yok. Ama aşırı tatlı bir karakterdi. Sadece çözemediğim şey Osmanlar zengin mi yoksa babası şoför mü?



Dizinin en sevdiğim yönlerinden birisi kadınlara verdiği doğru mesajlardı. Evlenip evinin kadını mı olmak istiyorsun her gün kocana yemek yapıp, terliklerini getirip, ona meyve soymaktan başka bir görevinin olmadığı bir hayat? Toplumu güzel anlattığını düşünüyorum.

Burcu ve Kemal ilişkisini çok sevdim. Uyumları çok güzeldi. “AŞK’ın peşinden git” mesajını güzel vermişlerdi. Sadece kafama takılan beni düşündüren birkaç şey oldu bu konuyla ilgili. Burcu nişanlanmak üzere olan sevgilisi olan bir kadınken Kemal ile yaşadığı duygusal çekim hepimizin hoşuna gitti. Ancak hayatında zaten biri varken böyle bir şeyler olmasına izin vermesi zaten var olan sevgilisine haksızlık değil mi? (Burada nişanlısının ne kadar kötü, gereksiz bir insan olduğunu görmezden gelerek bunları yazıyorum.) Tamam Burcu bir yanlıştan döndü o adamla evlenmedi peki ya evli olsaydı veya bu durumu bir erkeğin yaptığını düşünelim hatta bunu bu şekilde düşünürsek aldatmaların da normal olduğunu mu düşüneceğiz? Umarım ne demek istediğimi anlatabilmişimdir.

Dizide sevmediğim başka bir şey de içkiydi. Tamam anladık Netflix dizisi tamam anladık sansür yok. Ancak 17 yaşında çocuklar 98 yılında böyle miydi gerçekten? Ben neden içki içtiler demiyorum sadece senaryo veya yönetmen gereği bunun bu kadar gözümüze sokulması bende itici bir tat bıraktı diyebilirim. Bira bira bira bira bira bira bira. Tamam bira.

Tuba Ünsal kötüydü. Eda gerçekten de Tuba mı ya? Asla yakışmayan bir cast seçimi olmuş. Oyunculuğundaki samimiyetsizlik beni çok rahatsız etti.




Son bölümde Burcu’nun gitmesinin saçmalığına ise diyecek bir şeyim yok gerçekten. Yorum yapamayacağım kadar kötü bir karakter gelişimiydi.
Ve ve ve son bölümde Eda’nın Işık’a verdiği tabloyu hepiniz gördünüz. Bu ne demek şimdi? SİNAN ÖLDÜ MÜ? Şimdi bekle dur 2. sezonu...

Dizinin en ama en güzel şeyi ise ŞARKILARIYDI. Gerçekten inanılmaz güzel bir playlist. Yapana tebriklerrrrrrr.

Dizi bende inanılmaz güzel bir tat bıraktı. Özlem, aşk, üzüntü gibi bir sürü duyguyu bir arada yaşadım kalbime dokunduğu sahneler de çok oldu. İnanılmaz önyargılı başladığım dizinin fanı oldum.

13 Nisan 2020 Pazartesi

NETFLIX - 'HAYATIN KIYISINDA' FİLM YORUMU



 



    Sevdiklerimiz bizim için çabalarken onların çabalarını göremeyecek kadar kör müyüz? Ya da bizi iyileştirmeye çalışanların hiç yaralı olmadığını mı düşünürüz? Aslında yaranın nerede olduğunu bilip, ne yapacağını bilmesinden anlamaz mıyız aynı yara izini taşıdığını. Yoksa bencilliğimizden mi sadece kendimizle ilgileniriz. Sevdiğimiz insanın derin yönlerine inmeyi neden düşünmeyiz? Benliğinin özünü bize göstermesini beklemek haksızlık değil mi? Bana ihtiyacı olursa söyler diye hiç soru sormamak yanlış değil mi? Kendi yaralarımıza o kadar odaklıyız ki yanımızda olan insanlar neler yaşıyor diye durup 1 dakika düşünsek her şey daha farklı olabilir belki de.







İşte bana böyle sorular sorduran bir film izledim. Hayatın Kıyısında…



Hayatımızın pamuk ipliğine bağlı olduğunu unutuyoruz çoğu zaman. Sürekli bir şeyleri erteliyoruz. Yapılacak işler, söylenecek sözler, gidilecek yerler hep daha sonraya hep daha sonraya. Ya da daha kötüsü vazgeçiyoruz. Sevdiğimizi söylemiyoruz kimseye. Neden çünkü seni zayıf sanarlar. Neden çünkü gururun yok mu derler. Neden çünkü insanlar konuşur. Geldiğimiz hayatın değerini unutuyoruz. Değerini geçtim her an sönebileceğini unutuyoruz. Sanki sözleşme imzalamışız da 90 yaşına kadar yaşayacakmış gibi davranıyoruz. An’da kalmaya çalıştıkça aslında ‘an’da kalamıyoruz. Düşününce ne kadar acı olduğunu anlayacaksınız.

Hayata gelme ihtimalinin ne kadar düşük olduğunu, o halde geldiysen güzel bir şekilde yaşaman gerektiğini bir düşün. Kimse için değil kendin için yaşaman gerektiğini düşün.Neden kararlar alırız bir düşün. Aldığın kararlar seni mutlu mu ediyor? Etmiyorsa neden kendini böyle bir zorunluluk haline sokasın ki! İnsanlar hep konuşurlar. Daha önce de konuştular gelecekte de konuşacaklar. Herkesin dediğine kulak asmamak yapacağın en mantıklı hareket olur aslında. Sims oyununda değiliz değil mi? Benim seçimlerimi başkası/arkadaşım/sevgilim belirleyemez. Herkes kendi hayatını yaşayıp kendi kararlarını kendi alıyorken sen neden başkasının oyuncağı olasın.
Yine nerelere geldik oysa filmin konusundan bahsedecektim.

Filmin konusu şu şekilde: Aslında filmin ilk 5 dakikasında bunun bir kitaptan uyarlandığını tahmin edebilirsiniz. Kitabının ön kapağında şu yazı yazıyor "Yaşamayı, ölmek isteyen bir çocuktan öğrenen bir kızın hikâyesi…” oldukça etkileyici. Finch ve Violet iki lise öğrencisi. Violet’in ablası bir araba kazasında ölünce kendisi asosyal bir insana dönüşüyor. Finch ise bu kızımızı normal hayatına döndürmeye çalışıyor ve tabii bu olaylar dahilinde birbirlerine aşık oluyorlar. Ara ara Finch ortalıktan kayboluyor ve kızımız da bunun sebeplerini araştırıyor. Film elimize yeterli kanıt vermiyor. Orası çok hoşuma gitmedi o yüzden.






En sevmediğim nokta çocuğun intihar ettiği noktaydı çünkü asla anlamadım. Yani çocuğun ne durumda nasıl bir bunalım içinde olduğunu kız da fark etmiyor onunla beraber izleyici olan bizde fark etmiyoruz. Bu durum kitabında nasıl çok merak ediyorum. Çocuğun kendini boğduğu sahneyi şaka sandım. Kız ağlıyor, ben sürekli “Şimdi çıkıcak ya ağlama.”  falan diye düşünüyorum. Sonra bir baktım ki cenazedeyiz. Ne yaşandı az önce neden öldü Finch? Yeterli bir anlatım izlemedik. Duygusal değil miydi tabii ki duygusaldı. Ama neler olduğunu düşünmekten o moda giremiyor insan.







Hikayenin izleyiciye vermek istediği nokta şuydu kesinlikle ki onu da verdiğini düşünüyorum: Kendi sorunlarınla uğraşırken o çok sevdiğin insanlara durup hiç bakıyor musun? Kendimizi hep en acı çeken insanlar olarak görüyoruz. Peki ya arkadaşlarımız, sevdiklerimiz.


Biraz derin düşünmeye iten, duygulandıran, güzel bir aşk hikayesiydi.


8 Nisan 2020 Çarşamba

LA CASA DE PAPEL 4. SEZON İNCELEME





Evet işte o çok sevdiğimiz o dizinin son sezonunu yorumlamaya geldim. Çok detaylı bir inceleme olmayacağını baştan belirteyim. E tabii bir de dolu dolu spoiler olduğunu. Hazırsanız başlayalım.

Dizinin son bölümünü an itibariyle bitirmiş bulunmaktayım ve duygu ve düşüncelerimi hemen size aktarmak istedim. Bildiğiniz üzere dizinin 4. Sezonunu geride bıraktık ve kesinlikle çok gergin, çok güzel ve çok heyecanlı bir sezondu. Diziyi izlerken gerginlikten kasıla kasıla bir yerlerim ağrıdı hep. Bölüm bölüm incelemek yerine sevdiğim ve sevmediğim yerlerden bahsederek gideceğim.

O zaman sevdiğim yerlerden başlayalım. Lizbon’un kaçırılışı harikaydı. Yani adam gitmiş askeri helikopter bulmuş inanılır gibi değil. Bu arada dizideki şu zaman akışı olayına bayılıyorum bizi şaşırtması ters köşe yapması hoşuma gidiyor. Tahmin etmesi çok zor bir dizi değil ancak şaşırdığım noktalarda olmuyor değil.

Nairobi… Çok sevdiğim bir karakterdi. Ölmesi hele ki o şekilde ölmesi çok yaralayıcıydı. Ama sanırım ben de yazarların yerinde olsaydım Nairobi orada ölürdü. Çünkü inanılmaz akılda kalıcı inanılmaz vurucu bir andı. Her anlamda(!)

Rio, Denver ve Stockholm üçlüsü hoşuma gitmedi. Yani ne yaşıyorsunuz siz? Kaç senedir Denver ile berabersin sen adamın soygun sırasında yapmadığı kalmamış ki burada soygun yapan adamdan bahsediyoruz adam iki birini dövdü hemen yok ben yapamam yok olmaz falan. Saçma sapan bir karakter gelişimi izledik orada. Denver’i bizim kadar o da tanıyor ama lafa gelince ‘sen kimsin?’ diyor adama. Stockholm benim sinirimi bozdu. 

Rio’nun bi anlığına da olsa her şeyi uydurduğunu siz de düşündünüz mü? Hücresini falan. Stockholm ondan hesap sorarken bi an kendi kendime ‘Oha öyle bir şey olabilir mi gerçekten? Hepsi yalan mıydı?’ diye bi sorguladım. Neyse ki ufak bir satışta bulunmuş sadece ama onu da hepimiz anlayabiliriz sanırım. O kadar işkenceye ben kesin dayanırdım diyeniniz çıkmaz diye tahmin ediyorum.

Tokyo hakkında ne söyleyebilirim bilmiyorum. İzlerken hem sevdim hem sövdüm. Bu sezon çok etkin kullanıldığını düşünmüyorum kendisinin. Ve Maserati olayı hoşuma gitmedi. 

Ölmüş Berlin’i 3 sezondur oynatmalarını sevdim mi sevmedim mi bilmiyorum. Kabak tadı veriyor ama hoşuma da gitmedi değil.Bazı sahneleri çok gereksizdi. Bknz: düğün sahnesi ve şişko beyle olan sahne.

Onun dışında Arturo’nun vurulmasıyla bi rahatlama geldi. Şerefsiz adam sinirlerimi bozup duruyordu. Onun kadar gereksiz sonradan ekleme gibi duran bir karakter yok. Adamın dizideki rolünü anlayamıyorum fasulyeden oyuncu gibi. Onu vuran kadın Marilla… Geçen sezondan beri bu kadını neden yakın çekimde gösterip duruyorlar diye düşünüp duruyordum. Sonunda anladım. Kadın meğersem Denver’in çocukluk arkadaşıymış. Ama belli ki Denver’e aşık. O olayların kızışmasını da 5. Sezonda göreceğiz. 


Az daha nefret ettiğimiz karakterden bahsetmeyi unutuyordum Sierra. Kadın koca göbeğiyle inanılmazdı gerçekten. Göz korkutucu birisiydi ve hiçbir sempatimi kazanmadı. Dizinin sonunda kötü bir şeyler olacağı çok belliydi. Arkada yanıp sönen kırmızı alarmı boşuna mı oraya koydun ey profesör? Neyse sonunda ben kesin vurulur diyordum ama 5. Sezona sakladılar sanırım onu. Her sezon biri ölmeli çünkü öyle değil mi?

Anlamsız bulduğum bir diğer noktada şu ki Palermo'nun Gandia'ya akıl vermesi. Adam kaç sene askerlik yapmış yok hükümet için katillik yapmış ama kelepçeden nasıl kurtulacağını bilmiyor ve nasıl kurtulacağını da Palermo söylüyor: baş parmaklarını kır diye. Pardon ama bu bilgiyi ben bile biliyorum. Bunun dışında asansör sahnesinde 5 kişi bir adamı yere düşüremedi aynı şekilde Nairobi'nin öldüğü sahnenin hemen sonrasında adam önlerindeyken denk getiremediler. Biraz ucuz aksiyondu. 

Biz diziye İstanbul adında karakter beklerken Osman adında biri çıktı. Hem de işkenceci olarak. Söyleyebilecek bir şeyim yok bu konuda sinirliyim. 

Tüm olumsuzluklarına rağmen genel olarak benim çok beğendiğim bir sezon oldu. Beni inanılmaz gerdi. Yeri geldi inanılmaz şaşırttı. Nairobi’nin öldüğü sahnede 2-3 dk ağzım açık kaldı. 5. Sezon onayını aldığına dair daha haber çıkmadı ama eminim ki yakında çıkar. Bu kadar sevilen diziyi yarım bırakacaklarını hiç düşünmüyorum. Benim söyleyeceklerim bu kadar atladığım ve yanlış söylediğim bir yer olursa lütfen düzeltin. Gelecek sezonda görüşmek üzere…