jane austen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
jane austen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Aralık 2020 Salı

BRIDGERTON DİZİ YORUMU-NETFLIX ORİJİNAL DİZİSİ

 


Benim gibi Aşk ve Gurur sevenler bu diziyi yalayıp yuttu bile değil mi? 8 bölüm bir çırpıda bitti gitti. Bu arada dizimiz aslında bir kitap uyarlaması hatta bir kitap serisi var. Julia Quinn'in oldukça çok sayıdan oluşan bu eserini merak ederseniz bakabilirsiniz. Konuşacak çooook malzememiz var. Hepsini detaylıca inceleyip yorum yapacağım. Ama öncelikle dizi hakkında genel düşüncelerimi söylemem gerek. Ee bunun da bir kısmını artık spoilersız olarak yapmam gerekiyormuş. Sizden gelen tepkiler ve istekler o yönde çünkü. Benim de siz değerli okuyucularımı kırmamam gerek öyle değil mi ? J

 

 


Dizimiz 1813 yılında Londra’nın yüksek sosyetesinin arasında geçen aşk, entrika (çok çok az) ve karakterlerin mutluluğu arama hikayesini anlatıyor. Dönem işlerini seviyorsanız bu diziyi kaçırmayın derim. Kıyafetler, saçlar hepsi harikaydı. Oldukça görkemli ve gösterişli olduğunu söylemeliyim.



Dizide kendi hallerinde takılan bu yüksek tabakanın birden bir GOSSIP GIRL ile sarsıldığını görüyoruz. Nam-ı diğer Lady Whistledown J oldukça güzel bir isim seçimi. Kendisi sosyetenin içindeki sırları birden gazeteye döküp yazmaya başlıyor ve oldukça hareketli bir dönem Londra’yı etkisi altına alıyor.



Dizinin eleştirilecek çok yanı var. Daha doğrusu dönemin eleştirilecek çok yanı var. Yani bir nevi dünyamızın ve onun akla mantığa sığmayan gelenekleri de diyebiliriz. İzlerken sürekli sinir krizleri geçirebilirsiniz. Neyden mi bahsediyorum? Tabii ki KADINLARDAN.  Kadınların tek vasfı iyi bir eş olabilmek bunun için de evlilik yaşı gelene kadar evlilik eğitimi alıyorlar. Daha doğrusu ev hanımlığı diyelim. Ay böyle diyince de temizlik öğreniyorlar sanmayın. O fakir işi. Bunlar yüksek sosyete oldukları için her şeylerini yapacak birileri var zaten. Tek yapmaları gereken piyano çalmayı öğrenmek ve nakış işlemek e bir de tabi GÜZEL OLMAK. Çünkü maazallah güzel değilsen evlenemezsin ee çünkü sana koca gelmez! Kadınların sadece bir eşya gibi görücüye çıkıp koca aradığı partileri saymıyorum bile. Kollarında bir dans listesi asılı ve onlarla dans etmek isteyen erkekler isimlerini o listeye yazıyor. Oldukça komik ve garipti.

 


Neyse 1800 ler Avrupa yorumumu bitirdiysem eğer diziyi yorumlamaya ve karakterleri detaylıca incelemeye geçebiliriz.

 

Bridgetonlar sosyetenin gözbebeklerinden bi aile. Hele ki kızları Kraliçe tarafından “evlenilecek en güzel kadın” olarak onu seçtiğinden beri gözler üzerlerinde. Babaları (vikont) öldüğü için onu göremediğimiz bu ailenin 8 çocuğu var. 1 tanesi son bölümde ortaya çıkıyor. Çok da önemli bir ayrıntı değil. Erkekleri inanılmaz tatlı ve kızları da inanılmaz güzel olan bu ailenin soyu çoğu sosyete tarafından kıskanılıyor. 

Evettt gelelim Sosyete’nin Elması olan  Daphne Bridgerton’a. Kendisi kelimenin tam anlamıyla su gibi. Annesi tarafından evlenmek için eğitilmiş bu kızımız bir anda inanılmaz popüler olunca bir sürü talibi kapısını aşındırıyor ama tabii ki bu dizide de ne var? Onu hayattan soğutacak ve her şeyine karışan bir ABİSİ var. 


Aynı bu şekilde (burada sonuna kadar haklı) balo salonunda olan tüm herkesle ilgili bir sorun buldu ve kardeşini kimseyle görüştürmedi. Eve gelen misafirleri kovdu derken artık kimse gelmemeye başladı güzeller güzel Daphne'ye 1 kişi hariç. Çirkin yaşlı bir adam..... Yani gerçekten abisine diyecek laf bulamıyorum. 




Babasından sonra aile reisliğini ve vikontluğu eline alan Anthony rolüne kendini fazla kaptırmış deyip geçiyorum. 


Sıra geldi Muhteşem Hasting Dükü'ne. Gerçekten bu güzellik karşısında insanın dilinin tutulmaması elde değil. Şayet Aşk ve Gurur'dan da bildiğimiz Elizabeth gibi Daphne'de çok bilmiş ve burnu havada. Jane Austen'ın en sevdiği karakter stili diyebiliriz. Ee yalan yok biz de seviyoruz. 





Birbirlerinden hoşnut olmayan tavırlarının muhteşem bir aşka dönüşeceğini hepimiz biliyorduk. Birbirlerini gördükleri ilk saniyeden beri.






Ancak Simon bu kadar yakışıklı ve soylu olmanın bedelini de ödüyor şöyle ki etrafını kızlarını evlendirmek isteyen anneler sarınca bundan bir kurtuluş yolu arıyor. Ve pek akıllı Simon, Daphne’yi de işin içine katarak onun gözden düşmesinin altını çiziyor ve bir oyun oynama teklifinde bulunuyor. Oyuna göre ikisinin birbirleriyle konuştuğunu, dans ettiği gören anneler Simon’ı sıkıştırmaktan vazgeçecek ve Daphne’nin Simon’la beraber olduğunu gören erkekler ise kızla beraber olmak için can atacaklardı. 





Ee öyle de oldu. Simon'ın kafası rahat etti ve Daphne'de istediği taliplere ulaştı. Ancak bir türlü aradığı kişiyi bulamadı. (Aradığı kişi yanı başında diye de olabilir :) )




Bu arada önemli bir ayrıntıdan bahsetmeyi unuttum. Simon çocuk sahibi olmayı istemiyor onu geçtim evlenmek bile istemiyor. Bunun sebebi epey dramatik. Babası o küçükken onu saraydan göndermiş ve herkese öldü demiş. Nedeni ise Simon'ın kekeme olması... Babasıyla olan sahnelerde babasını boğazlamak ve ona biraz insanlık dersi vermek isteyebilirsiniz.


Onu bu durumdan kurtaran ise bu tatlı ve dobra teyzeciği(annesinin best friendiymiş). Daha sonra kekemeliği düzelen Simon babasına ölüm döşeğindeyken yemin ediyor. Soyunu devam ettirmeyeceğine dair.  Ölen bir adamın ardından yeminini tutmaya çalışıyor anlayacağınız. Gururun ölen bir adamın arkasından bile hayatının şeklini çizmesine izin veriyor. Alıp kafasını duvarlara vurmalık gerçekten. 



Daphne ile birlikte bir çok baloya katılıyorlar ve oldukça güzel bir arkadaşlık yakalıyorlar. E ama aşk bu rahat durur mu?



Simon'ın evlenmeye niyeti olmadığını fark eden teyzecik onu fırçalıyor ve Simon oyunu bitirmeye karar veriyor :( Çünkü beyefendi gönülünü eğlendiriyor ve evlenmeye de niyeti yok tabii. Bu durumdan oldukça üzülen Daphne (ve biz) bunun nedenini sorguluyor ama bir türlü bulamıyor. E tabii tam da beklenen oluyor ve şehre bir prens geliyor.




Prens'i gözünüz bir yerden ısırabilir. Çünkü kendisi Harry Potter'dan tanıdığımız Freddie Stroma hani Melez Prens'te Hermione'ye aşık olan ve Ron ile Quidditch için yarışan çocuk. 






İlgi kendisinden çekilince bir anda neye uğradığını şaşıran Simon soluğu Daphne’nin yanında alıyor ve olanlar oluyor. Onları bir arada gören abisi ise evleneceksiniz diye tutturunca Simon “Ben evlenemem.” demesin mi? Hem abinin hem benim şalterler bi attı orada. Sonrasında olanlar oldu bitenler bitti evlendiler tabii. En sonu mutlu sondu. Ancak eleştireceğim noktalar var. Kendimi hikayeyi anlatmaya kaptırmışım sanki izlemeden gelmişsiniz buraya gibi.



Simon’ın gereksiz bu halleri insanı çileden çıkaracak cinstendi. Kendisi tutturmuş çocuk istemiyorum varisim olmayacak. Çocuğumuz olmazsa ayrı yaşarız. Çocuğumuz eğer olursa da size bakarım o kadar. Ama her şey biter diyip diyip durdu. Ben ve Daphne onu o kadar sevmişken bize yaptığına bakın. Neyseeee o salaklığını geç de olsa gördü. Bebişleri oldu vs vs.


Asıl olay bizim tatlı Pen’imizin Lady Whistledown çıkmasıydı. Aslında eminim ki hepimizin aklından geçti bu ihtimal ama sonradan unuttuk. Ya sen şuncacık boyunla ne işlere karışmışsın be Penelope. Zaten kıyamam Colin’e deli gibi aşık. Çocuğun onu gördüğü yok. Çok üzüldüm minnoş kızıla.

Ama Eloise matbaa’nın önünde hani Whistledown’u korudu ya orada terziyi göstermeyince bi şüphelendim. Bir şey var bu işin içinde dedim ve evet doğruymuş. Garibim en yakın arkadaşını araştırıyor haberi yok. 




 

Dizi öyleee wooow süprizli bitmedi. Güzel tatlı tek seferde izlemelik bir tarihi romantik komedi dizisiydi.

 

Bu sefer biraz farklı bir anlatım sergiledim. Alışkın değilim böyle yazmaya. Siz olayı bilmiyormuşsunuz gibi aktarmak pek içime sinmedi. Bi daha olmasın J



 



NOT: Bu ailenin kıyafet seçimleri beni ve gözlerimi çok yordu. 



26 Ekim 2020 Pazartesi

NETFLIX'İN YENİ MİNİ DİZİSİ- THE QUEEN'S GAMBIT/ DİZİ YORUMU

 




Doya doya keyif alarak izlediğimiz diziler vardır hani her bölümünü büyük bir iştahla izleriz. Mesela buna en büyük örnek Anne with an E dir. Eminim siz de benimle aynı düşünüyorsunuzdur. İşte buna 2. örnekte bu dizi: The Queen’s Gambit.

 






9 yaşında satrançla tanışan Beth’in satrançla devam eden hayatını izliyoruz. Öksüz kaldıktan sonra yatılı okula giden Beth orada hademelik yapan Mr. Shaibel ile bir bağ kuruyor. Aslında çok kuvvetli bir bağ değil tamamen satranç üzerine bir bağ kuruyorlar. Ama bence izleyiciye yansıyan bu bağ yaşanandan çok daha kuvvetli çünkü şahsen ben Mr. Shaibel’e bayıldım. Adamı aşırı minnoş bir amca olarak gördüm. Veeee o öldüğünde eminim ki Beth’den daha çok üzüldüm. Duygularını pek kullanmayan bu kızın üzülmemesine şaşırmamak gerekiyor ama bir insanda hiç mi minnet olmaz yahu! 



Seni satrançla tanıştıran sana oynamayı öğreten bu gariban adamı bir kere bile ziyaret etmedin. Üstüne üstlük bir de bu adam onun ilk yarışmasına katılması için gerekli fon hizmetini de sağlıyor. Adamdan 5 dolar borç istiyor geri ödemesini 10 dolar olarak yapacağını söylüyor. Ancak adama parasını bile göndermiyor. O kadar sene geçti o kadar para kazandın zengin oldun el insaf ya!  Adamın ölüm haberini alınca bile istediğim tepkiyi vermedi bodrum kattaki tepkisi hariç… 



Mr. Shaibel’in ölümünden sonra yatılı kaldığı okula gidiyor ve bodrum katını ziyaret ediyor meğer Mr. Shaibel onunla ilgili her haberi kesmiş ve saklamış… İnanılmaz üzüldüm bu sahnede. Keşke daha çok görseydim dediğim bir karakterdi. Townes gibi…

 



Anya Taylor-Joy’u eminim ki tanımışsınızdır. Kendisi Split filmindeki deli adamın kaçırdığı kızdı. Ve Jane Austen’nın aynı isimle filme uyarlanan kitabından Emma’da Emma rolüne hayat vermişti. Oldukça başarılı ve geleceği parlak bir oyuncu. Kendisi bu mini dizide de harikalar yaratmıştı. Mimiklerini, davranışlarını -ki bence doğaçlama yaptığı çok yer vardı- ve duygusuzluğunu izlemek keyif vericiydi. Keşke bu bir mini dizi olmasaydı da Beth’i(Anya’yı) sezonlarca izleyebilseydim.



 Beni ilk okuyuşunuz değilse dizi kronolojisine göre hareket etmediğimi bilirsiniz. Genelde önemli olaylar veya karakterler üzerine inceleme yaparken diziyi anlatıyorum.




Öyleyse devam edelim. Beth… içki ve haplara olan bağlılığı korkunç derecede gerçekçiydi. Yatılı kaldığı okulda çocukları küçük yaşta neden sakinleştirici kullanmaya ittiklerini anlayamadım. Potansiyel bağımlı yarattılar. Belki burada hatayı yapan okul değil de Beth’e bu aklı veren Jolene’dir. Hapları saklamasını ve geceleri içmesi gerektiği fikri ondan çıkıyor malum. İzlerken hayrete düştüm ama 5-6 hapı birden yuttuğu oldu. Aklıma takılan soruysa şu: Bütün o hapları su olmadan nasıl yutuyorlar?

 


Beth’in dimdik oturuşu, rakiplerinin ellerini sıkışındaki eminliği, kahve içişindeki özen tüm bunlar benim aklıma kazınan davranışları ve oldukça etkili olduklarını söyleyebilirim. Satranç masasında ellerini çenesinin altına dayayıp rakiplerini izlemesi bende “ Acaba akıllarını mı okuyor?” sorusunu oluşturdu.


 

(Mehmet Dinçerler)

Gelelim Townes’a ya da biz ona Mehmet Dinçerler diyelim. Aşırı derecede benziyorlar birbirlerine. Townes’a ilk gördüğü an vuruluyor Beth ama vurulmamak elde mi siz söyleyin? Bu ikili devam eder diye düşünmüştüm ilk karşıma çıktığında ama tabii ki öyle olmadı. Hatta son bölümden sonra bile olup olmadıklarını anlamak mümkün değil. İlk karşılaştıklarında Beth oldukça küçüktü (15) ama yaşı ilerledikçe güzelleştiği Townes’un dikkatinden kaçmadı ve belki de o zaman onun farkına vardı bunu bilemeyeceğiz. Zaten bilsek de bize faydası ne tartışılır. 

Size dizinin aslında en büyük eksiğinin bir eksik olmadığını fark ettiğimi söylemek istiyorum. Durup düşününce hatta diziyi izlerken bile fark ediyorsunuz. Dizide ROMANTİKLİK namına hiçbir şey yok. Bir aşk var ama aslında yok. Daha doğrusu karakterler arasındaki aşka değil satranca duyulan bir aşk işlenmiş. Bunu çok sevdim. Ama içimdeki romantikliğe aşık olan kız dizide daha çok romantizm görmek isterdi. Gerçi görsek belki bunu diziye yakıştırmayacaktık. Dizinin akışını bozacaktı. Ya da Beth gibi mantıklı birisine bir aşk yakışmazdı.

 



Birçok erkekle gördük Beth’i ama en tatlısı Harry olabilir. Harry’i hepimiz tanıyoruz. Harry Potter’daki sinir bozucu kuzen Dudley. Ben kendisini izlemeyi çok keyif verici buldum. Özellikle Beth’in evine geldiğinde Beth’i dans ederken gördüğü andaki şapşik duruşu. (Evet şapşiği cümle içinde kullandım.) karakterler arasında tam romantik bir an yaklaşıyor dediğim her anın sonu hüsran olarak bitti. İstediğim o hazzı beklentiyi asla alamadım.

 





Gelelim Benny’e. Game of Thrones’dan ve Labirent serisinden bu oyuncuyu da tanıyoruz. Bu dizide kendisinin tarzı oldukça farklıydı. Bana The Walking Dead’de ki Rick Grimes’ı andırdı(Şapka yüzünden). Oldukça kibirli ve idealist birisiydi. Ama New York’da yaşamak uğruna o fare kapanına katlanılır mı be kardeşim? Ben katlanmazdım sanırım. Beth ile birlikte evine ilk girdiklerine ekrana bakarak “Hemen evine dönmelisin hemen!” dediğimi hatırlıyorum. Bun rağmen Benny’nin evinde geçen zamanlarda oldukça keyifliydi. Tam Netflix bu projesinde hiç eşcinsellik göstermedi diyordum ki son bölümde onu da görmüş olduk. Beth’in biseksüel olduğunu yani. Yorum yok.

 






Beth’in öz annesiyle ilgili dizinin en başına sıkıştırdıkları kısımlardan çok zevk almadım. Onu evlat edinen annesini ise sevdim. Ve üvey babasından nefret ettim (Aşk 101 Sinan’ın babasından ettiğim nefret kadar değil ama). Annesinin sadece para için Beth’i maçlara koşturması ilk olarak garip gelse de kızın Dünya Şampiyonu olmasıyla bitti. Sürekli hastalanan annesinin ölümü en başından öngörülebilirdi. Çok konuşulacak bir şey yok bu konu hakkında. Zaten Beth’in de çok üzüldüğünü düşünmüyorum.

               

Dizinin ilk iki bölümünü izledikten sonra uyuduğumda rüyamda sabaha kadar satranç oynadım. Eski bir amatör satranç oyuncusu olarak belki de diziyi izlemek benim için bu kadar keyif verici olmuştur. Satranca duyulan bu aşk veya takıntı ne derseniz deyin çok etkileyiciydi. Akıllara “Hiç mi sıkılmıyorsunuz?” sorusunu getiriyor. Maçlara giriyorlar. Hamlelerini unutmuyorlar. Daha sonra evde aynı düzeni tekrar hazırlayıp nerede ne yanlış yaptıklarını arıyorlar. Gece gündüz satranç oynamaları bi garibime gitmedi değil. Ama izlerken asla sıkmadı.


             


Dünya Şampiyonası için Rusya’ya gittiğinde aldığı muazzam destek çok şaşırtıcıydı. Ama bunun özellikle kadın olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Çünkü 1960’larda bunun ilginç bir durum olduğunu diziden de anlayabiliyoruz. Veeee en güzel sahne Borgov ile maça ara verdiklerinde Benny, Harry ve ikizlerin onu araması oldu. O sahnede ağlamadım demeyin lütfen.

 

Dizi olmasından dolayı sonunun daha bağlayıcı olacağını hayal etmiştim. Mesela babasının onu bulması gibi. Veya Townes’la mutlu sona ulaşmaları gibi. Ama dizi bize bunları vermedi. Dünya Şampiyonasından sonra neler oldu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Gerisini bizlerin hayal gücüne bıraktılar. E bizde böyle sonları hep sevmiyor muyuz zaten?



29 Eylül 2020 Salı

Pride & Prejudice Film Yorumu

 



Yıllardır bu filmi izlemeyi hep erteledim. Çünkü filmlerden önce kitaplarını okumayı hep daha çok sevmişimdir. Ama 15 sene içinde hala kitabını okumadığım için ve filmde sürekli karşıma çıktığı için hislerime yenik düşemedim. Nasıl bir değerlendirme yapacağımı bilmiyorum biraz karışık gideceğim sanırım.

 


Dönemin İngiltere’sinde durumların bu şekilde olması bana çok değişik geldi. Elbette dönem hakkında pek bir fikrim yok ama bu kadar evlenme meraklısı genç kız olacağını düşünmemiştim. Her şeyi geçtim ailelerin kızlarını bu şekilde ulu orta pazarlaması(?) bende bi küçük şok etkisi yarattı. Sürekli dans etmeleri harika olay. Dans ederken tanışıyorlar, sohbet ediyorlar. Üstelik dansları oldukça heves uyandırıcı ve romantik diyebilirim. Bu olayın bizde olduğunu düşünsenize halay çekerken veya çiftetelli oynarken ne kadar romantik olabilirsiniz? Hayali bile çok korkunç.

 


Elizabeth karakterini oynayan Keira Knightley’i pek beğenmiyorum. güzel bulduğum bir oyuncu asla değil. Yetenekli mi? Belki. Başrolü çok sevmeyince film izlemek zor olabiliyor eminim beni anlıyorsunuzdur. Kadının gülüşü, duruşu hiçbir şeyi hoşuma gitmedi. Ancak, Mr. Darcy ile yan yana geldiklerinde ikisine de bayıldım.

 


Mr. Darcy ilk başlarda beni pek etkilemedi. Etkilemedi derken; Elizabeth’e bir takım duyguları varmış gibi gelmemişti. Özellikle ona duygularını açtığı sahnede pek etkilenmedim. Ama ondan sonra…

 


Davranışları, bakışları, yaptıkları tam bir aşk adamının yapacaklarıydı. Bununla beraber Elizabeth’in bön bön duruşlarına gıcık oldum. Birbirlerine hisleri varken takındıkları tavırlar beni derinden yaraladı. Kalbim kırık bir şekilde izledim kavuşmalarını. En son sahnede Elizabeth’in babasıyla konuştuğu sahne çok güzeldi. Mr. Darcy’i gerçekten sevdiğini anlatması…Bizi de ağlattı tabii buralarda.

 



İnsanların birbirlerini bu şekilde sevmesi, değer vermesi günümüzün aksine oldukça değerli hissettiren duygular. Hala bu filmleri izleyip kalbimiz onların aşkıyla, gururlarıyla, yaptıklarıyla pır pır ediyorsa hala umut var diyebilir miyiz?



Ya da ilk başta tamamen kibirli olan o adamın filmin sonunda böyle birisine dönüşmesini bekler miydik? Şaka şaka her yaz dizisinde aynı olay var zaten. Burayı yazmamışım sayalım lütfen.


 

Bir gün biz de Mr. Darcy’mizi buluruz belki ne dersiniz?