11 Mart 2021 Perşembe

Demir Altın - Pierce Brown | Kitap Yorumu

 


1,5 senedir kitaplığımda okunmayı bekleyen okumaya kıyamadığım caaaanım kitabım Demir Altın’ın yorumuyla karşınızdayım. Bitmesin diye yavaş yavaş okuduğum bu harika romanı biraz inceleyelim.



Spoilersız bi giriş yapmak isterim öncelikle. Bu kitap yorumuna tıkladıysanız eğer yazarın diğer 3 romanını da okuduğunuzu varsayıyorum. Hadi diyelim ki hiç haberiniz yok o zaman kısa bir bilgilendirme yapalım.



Pierce Brown’ın 2015 yılında bizlere kavuşturduğu Kızıl Yükseliş kitabını distopik bilim kurgu romanı olarak tanımlayabiliriz. İnsanlığın artık kendini aştığı uzaya yerleştiği ve kendini renk sınıfına böldüğü bir kast sisteminde işlerin ne derece yolunda veya ne derece karışık olduğunu görüyoruz. Kızıllardan Altınlara 14 farklı renk sistemine bölünen bu insanlık hem teknolojinin tüm fırsatlarını kullanmış hem de dibine kadar cumhuriyet sisteminden uzaklaşmışlar.


İsyan temalı, başkaldırma konularını işleyen sizi şok etkisine uğratacak kadar şaşırtan kitapları seviyorsanız KESİNLİKLE bu seriye başlamalısınız. Hep söylerim bir kere de size söyleyeyim: Bu seriyi keşke ben yazmış olsaydım. İşte bu öyle bir kitap serisi. Kitaplara ve yazara olan aşkım oldukça büyük o yüzden bu konuyu şu anlık es geçip asıl konumuza yoğunlaşmak istiyorum çünkü konuşacak çok şeyimiz var.

 

LYRIA-LYSANDER-EPRAIM-DARROW

Serinin 4. Kitabı diye tanıttığım bu kitap aslında yeni bir üçlemenin ilk kitabı. En son Sabah Yıldızı’nda Darrow’un Hükümdar’ı yenilgiye uğrattığını ve Cumhuriyeti kurduğunu okumuştuk. Demir Altın tam da bu olayın üstünden 10 yıl geçmesiyle başlıyor. Elimizde büyüyen karakterlerin hepsi birden 30 yaşında oluyor. Garipti. Her ne kadar cumhuriyeti kurmuş olsalar ve tüm renkler eşit artık renk farkı yok, armalar yok, tek devlet, tek millet, tek galaksi olayına girseler de 10 senede pek bi ilerleme kaydedememişler. Kısrak yeni Hükümdar olmuş tüm yetkilerini kısıtlandırmış ve bir meclis kurmuştu. Darrow ise demir yağmurlardan demir yağmurlara koşuyor evinde çoluğuyla çocuğuyla vakit geçirmek yerine halaaa savaş peşinde. Neyseee…

Özet geçmemeye karar verdim. Dan dan yazıcam arkadaşlar. Spoiler yemek istemeyenlerle kitabı okuduktan sonra burada tekrar buluşabiliriz.

Öncelikle bu kitap diğer kitaplardan farklı olarak çoklu anlatıcı üslubuyla yazılmış. Bunu hem sevdim hem sevmedim. Sevdim çünkü diğer karakterlerin iç dünyasını görmüş olduk. Epraim, Lysander, Lagolos’lu Lyria ve tabii ki Lykos’lu Darrow/Azrail ağzından okuyoruz bu kitabı.

DARROW

Sevmeme sebebim ise çok açık ve net. Darrow’u özledim. Darrow’un aklının derinliklerinde kaybolmak, yaptığı akıl oyunlarını görmek veya bulmaya çalışmak diğer 3 kitapta beni en çok heyecanlandıran şeylerden birisiydi. Ama bu kitapta normale oranla o kadar az Darrow okuduk ki bu beni bi miktar üzdü.

Ayrıca bu kitabın başka bir yöne doğru kaydığının farkındayım. Yazar bizi bir şeylere hazırlıyor ve bence Dark Age kitabında daha çok şaşırmamızı sağlayacak. Fakat ben Demir Altın’da diğer kitaplara nazaran daha az şaşırdım ya da şöyle söyleyeyim daha az ters köşe vardı. Beklemediğim 2 ölüm gerçekleşti. Hala spoiler yoktur diye okumaya devam ediyorsan bomba bir spoiler geliyor hazır ol sevgili okuyucu. Cassius Au Bellona ölüyor. Ve öyle bir ölüyor ki şaka sanıyorsunuz. Neden neden öldürdün onu diye duvarları yumrukluyorsunuz. Çünkü bence çok boş ve anlamsız bir şekilde duygu yoğunluğunun çok az olduğu bir anda öldü. Biz 4 kitaptır bu adamı okuyoruz. Hem sevdik hem nefret ettik sonra yine sevdik. Böyle bi ölümü veya vedayı hak etmediğini düşünüyorum. Hadi bu kitapta Cassius ölsün bari demiş gibisin Pierce!

DARROW

Bu şekilde düşünmemin sebebi salak Lysander’ın bu olaya verdiği donuk tepki de olabilir. Tam “Cassius bir kahraman, kurtulacak bu olaydan” diyordum ki adam öldü.

DARROW

Lysander’ı okumayı sevdim. Onun akıllı oluşu ve tam ataları gibi saf bir altın oluşu hikayeye tatlı bir acılık katmıştı. Darrow’a olan düşmanlığı ise beni sinirlendirdi. Amaa yani burada hata kimde sizce? Çocuk Hükümdar’ın tek varisi Hükümdar’ı öldürüp torununu serbest bırakırken  yıllar sonra intikam için geleceğini düşünmediniz mi gerçekten ya???ALOO! Yani ilk kitapta zaten intikam için bunları yaşadık ve okuduk biz. Kötü insan değiliz bla bla… 5. Kitapta görücem ben kim kötü insan kim iyi insan. Kendi başınıza çok güzel çorap ördünüz gerçekten.

LYRIA

Kitapta Ragnar’ın adının her geçtiği yerde duygulanmam normal mi? Ve Sefi’nin bu kitapta bu kadar az rolde olmasını sevmedim. Etkisiz eleman olmasını hiç sevmedim. Dark Age’de bol bol okuyacağımıza eminim.

Epraim’i okumaya başlamadan önce benim Trigg’i kız sanmam ve erkek çıkması… Epraim ve çocuklar (Pax ve Electra) arasında geçen diyaloglar beni sesli bir şekilde güldürdü. Keyifle okuduğum güzel atışmalardı.

 

Aaaa az daha unutuyordum. Wulfgar’ın ölümü. Gerçekten tırnaklarımla yastıkları parçalamak istedim. Darrow’un böyle bir şey yapması ona olan saygımı 0.1 kadar azalttı. Hikaye gelişiminde buna gerek var mıydı diye düşünüp durdum. Pierce yaptıysa vardır bi bildiği değil mi?

Sabah Yıldızı’nı okurken aklımda hep Darrow’un ne kadar güçlü olduğu ve ne kadar doğru kararlar verdiğiydi. Ama bu hamleyle Pierce belki de Darrow’un %100 kahraman olmadığını ve onun da çok yanlış kararlar verebildiğini bizlere gösterdi. 

En sonda artık özlediğimiz Azrail’in gün yüzüne çıktığını gördük ve kitap bu şekilde bitti.

Pierce Brown ne yazarsa yazsın sevmemem mümkün değil gibi gözüküyor. Bu kitabı ilk kitap olarak düşünüp onu kafamda şekillendiriyorum ve 10/10 puanı veriyorum. O kadar derin ve büyük bir dünya ki burası okuması o kadar keyifli ki bir de üstüne izlemeye kalksak kalp krizinden giderim gibi geliyor. Film olacak haberleri çıktı ardından dizi olacak haberleri çıktı. Tek isteğim hayal kırıklığına uğramamak ve bu muhteşem eserlerin düşük bütçeli işlerin malzemesi olmaması.

 

PIERCE BROWN

Benim söyleyeceklerim bu kadar. Dark Age’i büyük bir beklentiyle bekliyorum. Ve sevgili Pegasus Yayınları HURRY UP! 

Serinin masa oyunu çıktı arkadaşlar. Merak edenler için link bırakıyorum.

https://stonemaiergames.com/games/red-rising/








24 Ocak 2021 Pazar

Fate: The Winx Saga/ Winx Efsanesi: Kader - Dizi Yorumu

 


Bu inceleme yazısını yazmayı hiç düşünmemiştim aslında ancak kafamda o kadar çok şey birikti ki yazıp rahatlamak istedim.


İlk yarım saatini izlediğimde dedim ki bu dizi ÇÖP! Gerçekten devam etmek bile istemedim. Ama sonradan bi küçük merak etmedim değil. Sonuç olarak bir günde 6 bölümü izledim. Hiç ilerletmeden izledim diyemem ara ara bir şeyleri kaçırmış olabilirim ama eminim ki bu ne sizin umrunuzda ne de benim.



Açıkçası ben bildiğimiz Winx’in “Unrealistic Beauty Standards”larında olmasına çok okeydim. Dizide de koysaydınız mis gibi 5 kızı bayılarak izlerdik. En azından eleştirdiğimiz bir kısım ortadan kalkardı. Ama daha gerçekçi olsun diye alınan bu risk ı-ıh olmamış. Beni ne çekti ne de beni yakaladı. Ben dizilerde kendimi görmek için izlemiyorum hayattan kaçmak için dizi izliyorum. O yüzden normalleştirmeye Winx gibi içerikler için karşıyım. 


Ve spoiler olur mu bilemem ama dizide FLORA YOK arkadaşlar. En güzel, en tatlı, en mükemmel periyi diziye koymamışlar. DERDİNİZ NE? Herkesin Flora sandığı kız ise Flora’nın kuzeni Terra’ymış. Aman ne güzel aman ne güzel. Bir de ayrıca neden kilolu olan herkes komik veya geveze olmak zorunda!!!! Böyle özellikle yapıldığı belli olan algılar beni sinirlendiriyor. Veya neden bir siyahinin gay olma olasılığı üstünde duruluyor? Dizide farklılıkları temsil etsin diye koyulan 2 karakterin de birden çok farklılığı bir arada bulundurması zorunluluğu çok itici kaçmıştı. Cast sıkıntısı mı vardı? Farklı olan hep farklıdır çizgisinden çıkamamışlar.


Stella ve Sky saçmalığına ise diyecek söz bulamıyorum. Küçükken hiç mi Winx izlemediniz ya? Stella’nın gel git halleri, iyi mi kötü mü belli olmaz çizgisi rahatsız ediciydi. Ve üzgünüm ama oyuncu seçimleri ÇOK KÖTÜYDÜ! Dizideki tek güzel şey Bloom ve onun kızıl saçlarıydı.




Bilenleriniz vardır belki Bloom’u oynayan Abigail Cowen’ı Chilling Adventures of Sabrina ‘daki Dorcas olarak tanıyoruz zaten. Ki bence kendisi orada daha güzeldi.



Musa’dan da hiç hoşlanmadım. Aisha’yı da sevmedim. Dizinin konusunu da sevmedim. Beatrix’in güçlü bir peri olması çok hoşuma gitti. Ve kötü de olsa cidden sevdim. Gerçi biz alışığız kötü karakterleri sevmeye o yüzden sıkıntı yok. (Bknz: Negan) Sky’ın babasına “babam” diye hitap etmesine bi küçük şaşırdım. Adam ölmediği halde yıllarca saklanmış.



En sonda Bloom’un kanatlarının çıktığı sahne güzeldi orası da çabuk bitti. Ve dizide her şey hem o kadar hızlı hem de o kadar yavaş oldu ki açıkçası ben Bloom'un gücüne asla ikna olmadım. Nereden geliyor bu değirmenin suyu? Bloom'u geçin Stella'nın gücünü bile göremedik ya. Peki ya Terra'nın gücü? Yok asla olmamış bir diziydi. 



Dizi hakkında başka söylemek istediğim bir şey yok. Boş zaman dizisi bile değil. Merak ediyorsanız izleyin ama vaktinizi bu diziye ayırmanızı tavsiye etmem. Gidip Netflix’deki çizgi filmlerini izleyin en azından daha keyif vericiler.





 NOT: Küçükken Winx'de Flora'ydım. O yüzden daha da bi sevemedim diziyi zaten. Canım Flora... Siz hangi periydiniz? 

6 Ocak 2021 Çarşamba

Chilling Adventures Of Sabrina 4. Kısım Dizi Yorumu - Netflix Orijinal Dizisi

 




Hazır diziyi taze taze bitirmişken bu yorumu yapmak istedim. Veee evet arkadaşlar bu final sezonuymuş. Bunu son bölümün son dakikasını izleyince anlamam ise şahane! Olaylar bi şekilde dönecek düzelecek diye beklerken…



Neyse bu yazım baştan aşağı spoiler içermektedir. Diziyi izlemeyenlere bundan sonrasına devam etmemelerini öneririm. Ve şu an hangi çalma listesini dinliyorum biliyor musunuz? Cast of Chiling Adventures of Sabrina. Dizide oyuncuların söylediği o muhteşem şarkıları yaniiii.



Gerçekten nereden başlasam bilemiyorum. Beni tanıyanlarınız varsa bilir inanılmaz duygusal sulu göz birisiyim ancak Sabrina’nın sonu beni o kadar beklenmedik bir şekilde şaşırttı ki sonunda ağlayamadım bile. Şoka girdim diyebilirim. Yani nasıl olur da biter!!! Daha bir sürü şey vardı izlememiz gereken. Ancak hızlı bir şekilde sona hazırlandıklarını da anlayabiliriz bence. Çünkü anlamsız bir şekilde Nick geri döndü. Potansiyeli neydi? Aklı neredeydi? Ayrıca 3. Sezonu unutmuşum resmen neden ayrıldıklarını asla hatırlayamadım. Hatırlayanlar aşağıya yazarsa sevinirim.





Lilith manyak karısının Adam’ı öldürmesi peki! İçim kalktı o sahnede ya bebeeeeeek o bebek! O kadar saçma şeyler de oldu ki anlam bulmak zor. Tamam zaten dizi inanılmaz mantıklı değil kabul ediyorum.




Yaaaa ama eski halaları görmek hepimizin hoşuna gitmedi mi? Ben şahsen ba yıl dım. Harika bir tercihti. Halaları sadece bölüm sonunda görünce bi üzülmüştüm ancak 7. Bölümde neyse ki telafi edildi.




Peki Lucifer’e ne demeli ya? Flash Tv Lucifer! Kötülüğün bu kadar az yakıştığı biri… Ne bileyim pek sevdiğim biri değildi. Çünkü bence hikayelerini ve arkalarında yatan sebepleri az veriyorlardı. Sabrina Morningstar da onun kızıyken neden Spellman’a karşı bir nefreti vardı mesela? AYNI KİŞİLER ALOOOOO?




Calliban’ı izlemek ne kadar güzel olsa da sadece konuşmazken güzeldi ama bence Sabrina’ya karşı ciddi hisleri vardı ben şahsen buna inandım.




Ya ama gerçekten diziyi neden böyle bitirdiler ya? Sabrina neden öldü? Hep bi fedakarlık yaparak mı öldürmeyi planlamışlardı acaba? Nick’in ardından ölmesi pekii! Bu kadar aşık mıydın Sabrina’ya?


Roz hangi ara tuhaf kardeşlerin üyesi oldu peki?




Veee dizide cesurca işlenen kanlı sahneler beni benden aldı. Ekranı veya gözlerimi kapattığım çok an oldu.




Her ne kadar Nick’i çok sevsem de Harvey çok tatlıydı. Onunla Sabrina bir bütün gibi değiller miydi ya? Tatlı Harvey yine gitti bir cadı buldu. Bu arada Robin’in de tatlı olduğunu düşünüyorum. Hele o sesiiiiiii. Cehennem kapıları önünde söyledikleri o şarkı WOOOWW sesi mükemmeldi.




Dizinin genel olarak şarkılarını güzel buldum. E tüm oyuncuların da beklendiği gibi sesleri güzeldi. Diziyi keyifli bir hale getirdiler söyledikleri şarkılarla. Dizi hakkında pek olumsuz bir yorumum yok. İzlemesi keyifli bir diziydi. Sıkmadan konuları hızlı hızlı işlediler.

 


NOT: Riverdale son sezonda gördüğümüz 2 manyak oyuncuyu 7. Bölümde görmek hoşuma gitti. Ömürleri kısa süreli olsa da evrenlerin aynı olması tatlı, güzel bir ayrıntıydı.

 

29 Aralık 2020 Salı

BRIDGERTON DİZİ YORUMU-NETFLIX ORİJİNAL DİZİSİ

 


Benim gibi Aşk ve Gurur sevenler bu diziyi yalayıp yuttu bile değil mi? 8 bölüm bir çırpıda bitti gitti. Bu arada dizimiz aslında bir kitap uyarlaması hatta bir kitap serisi var. Julia Quinn'in oldukça çok sayıdan oluşan bu eserini merak ederseniz bakabilirsiniz. Konuşacak çooook malzememiz var. Hepsini detaylıca inceleyip yorum yapacağım. Ama öncelikle dizi hakkında genel düşüncelerimi söylemem gerek. Ee bunun da bir kısmını artık spoilersız olarak yapmam gerekiyormuş. Sizden gelen tepkiler ve istekler o yönde çünkü. Benim de siz değerli okuyucularımı kırmamam gerek öyle değil mi ? J

 

 


Dizimiz 1813 yılında Londra’nın yüksek sosyetesinin arasında geçen aşk, entrika (çok çok az) ve karakterlerin mutluluğu arama hikayesini anlatıyor. Dönem işlerini seviyorsanız bu diziyi kaçırmayın derim. Kıyafetler, saçlar hepsi harikaydı. Oldukça görkemli ve gösterişli olduğunu söylemeliyim.



Dizide kendi hallerinde takılan bu yüksek tabakanın birden bir GOSSIP GIRL ile sarsıldığını görüyoruz. Nam-ı diğer Lady Whistledown J oldukça güzel bir isim seçimi. Kendisi sosyetenin içindeki sırları birden gazeteye döküp yazmaya başlıyor ve oldukça hareketli bir dönem Londra’yı etkisi altına alıyor.



Dizinin eleştirilecek çok yanı var. Daha doğrusu dönemin eleştirilecek çok yanı var. Yani bir nevi dünyamızın ve onun akla mantığa sığmayan gelenekleri de diyebiliriz. İzlerken sürekli sinir krizleri geçirebilirsiniz. Neyden mi bahsediyorum? Tabii ki KADINLARDAN.  Kadınların tek vasfı iyi bir eş olabilmek bunun için de evlilik yaşı gelene kadar evlilik eğitimi alıyorlar. Daha doğrusu ev hanımlığı diyelim. Ay böyle diyince de temizlik öğreniyorlar sanmayın. O fakir işi. Bunlar yüksek sosyete oldukları için her şeylerini yapacak birileri var zaten. Tek yapmaları gereken piyano çalmayı öğrenmek ve nakış işlemek e bir de tabi GÜZEL OLMAK. Çünkü maazallah güzel değilsen evlenemezsin ee çünkü sana koca gelmez! Kadınların sadece bir eşya gibi görücüye çıkıp koca aradığı partileri saymıyorum bile. Kollarında bir dans listesi asılı ve onlarla dans etmek isteyen erkekler isimlerini o listeye yazıyor. Oldukça komik ve garipti.

 


Neyse 1800 ler Avrupa yorumumu bitirdiysem eğer diziyi yorumlamaya ve karakterleri detaylıca incelemeye geçebiliriz.

 

Bridgetonlar sosyetenin gözbebeklerinden bi aile. Hele ki kızları Kraliçe tarafından “evlenilecek en güzel kadın” olarak onu seçtiğinden beri gözler üzerlerinde. Babaları (vikont) öldüğü için onu göremediğimiz bu ailenin 8 çocuğu var. 1 tanesi son bölümde ortaya çıkıyor. Çok da önemli bir ayrıntı değil. Erkekleri inanılmaz tatlı ve kızları da inanılmaz güzel olan bu ailenin soyu çoğu sosyete tarafından kıskanılıyor. 

Evettt gelelim Sosyete’nin Elması olan  Daphne Bridgerton’a. Kendisi kelimenin tam anlamıyla su gibi. Annesi tarafından evlenmek için eğitilmiş bu kızımız bir anda inanılmaz popüler olunca bir sürü talibi kapısını aşındırıyor ama tabii ki bu dizide de ne var? Onu hayattan soğutacak ve her şeyine karışan bir ABİSİ var. 


Aynı bu şekilde (burada sonuna kadar haklı) balo salonunda olan tüm herkesle ilgili bir sorun buldu ve kardeşini kimseyle görüştürmedi. Eve gelen misafirleri kovdu derken artık kimse gelmemeye başladı güzeller güzel Daphne'ye 1 kişi hariç. Çirkin yaşlı bir adam..... Yani gerçekten abisine diyecek laf bulamıyorum. 




Babasından sonra aile reisliğini ve vikontluğu eline alan Anthony rolüne kendini fazla kaptırmış deyip geçiyorum. 


Sıra geldi Muhteşem Hasting Dükü'ne. Gerçekten bu güzellik karşısında insanın dilinin tutulmaması elde değil. Şayet Aşk ve Gurur'dan da bildiğimiz Elizabeth gibi Daphne'de çok bilmiş ve burnu havada. Jane Austen'ın en sevdiği karakter stili diyebiliriz. Ee yalan yok biz de seviyoruz. 





Birbirlerinden hoşnut olmayan tavırlarının muhteşem bir aşka dönüşeceğini hepimiz biliyorduk. Birbirlerini gördükleri ilk saniyeden beri.






Ancak Simon bu kadar yakışıklı ve soylu olmanın bedelini de ödüyor şöyle ki etrafını kızlarını evlendirmek isteyen anneler sarınca bundan bir kurtuluş yolu arıyor. Ve pek akıllı Simon, Daphne’yi de işin içine katarak onun gözden düşmesinin altını çiziyor ve bir oyun oynama teklifinde bulunuyor. Oyuna göre ikisinin birbirleriyle konuştuğunu, dans ettiği gören anneler Simon’ı sıkıştırmaktan vazgeçecek ve Daphne’nin Simon’la beraber olduğunu gören erkekler ise kızla beraber olmak için can atacaklardı. 





Ee öyle de oldu. Simon'ın kafası rahat etti ve Daphne'de istediği taliplere ulaştı. Ancak bir türlü aradığı kişiyi bulamadı. (Aradığı kişi yanı başında diye de olabilir :) )




Bu arada önemli bir ayrıntıdan bahsetmeyi unuttum. Simon çocuk sahibi olmayı istemiyor onu geçtim evlenmek bile istemiyor. Bunun sebebi epey dramatik. Babası o küçükken onu saraydan göndermiş ve herkese öldü demiş. Nedeni ise Simon'ın kekeme olması... Babasıyla olan sahnelerde babasını boğazlamak ve ona biraz insanlık dersi vermek isteyebilirsiniz.


Onu bu durumdan kurtaran ise bu tatlı ve dobra teyzeciği(annesinin best friendiymiş). Daha sonra kekemeliği düzelen Simon babasına ölüm döşeğindeyken yemin ediyor. Soyunu devam ettirmeyeceğine dair.  Ölen bir adamın ardından yeminini tutmaya çalışıyor anlayacağınız. Gururun ölen bir adamın arkasından bile hayatının şeklini çizmesine izin veriyor. Alıp kafasını duvarlara vurmalık gerçekten. 



Daphne ile birlikte bir çok baloya katılıyorlar ve oldukça güzel bir arkadaşlık yakalıyorlar. E ama aşk bu rahat durur mu?



Simon'ın evlenmeye niyeti olmadığını fark eden teyzecik onu fırçalıyor ve Simon oyunu bitirmeye karar veriyor :( Çünkü beyefendi gönülünü eğlendiriyor ve evlenmeye de niyeti yok tabii. Bu durumdan oldukça üzülen Daphne (ve biz) bunun nedenini sorguluyor ama bir türlü bulamıyor. E tabii tam da beklenen oluyor ve şehre bir prens geliyor.




Prens'i gözünüz bir yerden ısırabilir. Çünkü kendisi Harry Potter'dan tanıdığımız Freddie Stroma hani Melez Prens'te Hermione'ye aşık olan ve Ron ile Quidditch için yarışan çocuk. 






İlgi kendisinden çekilince bir anda neye uğradığını şaşıran Simon soluğu Daphne’nin yanında alıyor ve olanlar oluyor. Onları bir arada gören abisi ise evleneceksiniz diye tutturunca Simon “Ben evlenemem.” demesin mi? Hem abinin hem benim şalterler bi attı orada. Sonrasında olanlar oldu bitenler bitti evlendiler tabii. En sonu mutlu sondu. Ancak eleştireceğim noktalar var. Kendimi hikayeyi anlatmaya kaptırmışım sanki izlemeden gelmişsiniz buraya gibi.



Simon’ın gereksiz bu halleri insanı çileden çıkaracak cinstendi. Kendisi tutturmuş çocuk istemiyorum varisim olmayacak. Çocuğumuz olmazsa ayrı yaşarız. Çocuğumuz eğer olursa da size bakarım o kadar. Ama her şey biter diyip diyip durdu. Ben ve Daphne onu o kadar sevmişken bize yaptığına bakın. Neyseeee o salaklığını geç de olsa gördü. Bebişleri oldu vs vs.


Asıl olay bizim tatlı Pen’imizin Lady Whistledown çıkmasıydı. Aslında eminim ki hepimizin aklından geçti bu ihtimal ama sonradan unuttuk. Ya sen şuncacık boyunla ne işlere karışmışsın be Penelope. Zaten kıyamam Colin’e deli gibi aşık. Çocuğun onu gördüğü yok. Çok üzüldüm minnoş kızıla.

Ama Eloise matbaa’nın önünde hani Whistledown’u korudu ya orada terziyi göstermeyince bi şüphelendim. Bir şey var bu işin içinde dedim ve evet doğruymuş. Garibim en yakın arkadaşını araştırıyor haberi yok. 




 

Dizi öyleee wooow süprizli bitmedi. Güzel tatlı tek seferde izlemelik bir tarihi romantik komedi dizisiydi.

 

Bu sefer biraz farklı bir anlatım sergiledim. Alışkın değilim böyle yazmaya. Siz olayı bilmiyormuşsunuz gibi aktarmak pek içime sinmedi. Bi daha olmasın J



 



NOT: Bu ailenin kıyafet seçimleri beni ve gözlerimi çok yordu.