26 Ekim 2020 Pazartesi

NETFLIX'İN YENİ MİNİ DİZİSİ- THE QUEEN'S GAMBIT/ DİZİ YORUMU

 




Doya doya keyif alarak izlediğimiz diziler vardır hani her bölümünü büyük bir iştahla izleriz. Mesela buna en büyük örnek Anne with an E dir. Eminim siz de benimle aynı düşünüyorsunuzdur. İşte buna 2. örnekte bu dizi: The Queen’s Gambit.

 






9 yaşında satrançla tanışan Beth’in satrançla devam eden hayatını izliyoruz. Öksüz kaldıktan sonra yatılı okula giden Beth orada hademelik yapan Mr. Shaibel ile bir bağ kuruyor. Aslında çok kuvvetli bir bağ değil tamamen satranç üzerine bir bağ kuruyorlar. Ama bence izleyiciye yansıyan bu bağ yaşanandan çok daha kuvvetli çünkü şahsen ben Mr. Shaibel’e bayıldım. Adamı aşırı minnoş bir amca olarak gördüm. Veeee o öldüğünde eminim ki Beth’den daha çok üzüldüm. Duygularını pek kullanmayan bu kızın üzülmemesine şaşırmamak gerekiyor ama bir insanda hiç mi minnet olmaz yahu! 



Seni satrançla tanıştıran sana oynamayı öğreten bu gariban adamı bir kere bile ziyaret etmedin. Üstüne üstlük bir de bu adam onun ilk yarışmasına katılması için gerekli fon hizmetini de sağlıyor. Adamdan 5 dolar borç istiyor geri ödemesini 10 dolar olarak yapacağını söylüyor. Ancak adama parasını bile göndermiyor. O kadar sene geçti o kadar para kazandın zengin oldun el insaf ya!  Adamın ölüm haberini alınca bile istediğim tepkiyi vermedi bodrum kattaki tepkisi hariç… 



Mr. Shaibel’in ölümünden sonra yatılı kaldığı okula gidiyor ve bodrum katını ziyaret ediyor meğer Mr. Shaibel onunla ilgili her haberi kesmiş ve saklamış… İnanılmaz üzüldüm bu sahnede. Keşke daha çok görseydim dediğim bir karakterdi. Townes gibi…

 



Anya Taylor-Joy’u eminim ki tanımışsınızdır. Kendisi Split filmindeki deli adamın kaçırdığı kızdı. Ve Jane Austen’nın aynı isimle filme uyarlanan kitabından Emma’da Emma rolüne hayat vermişti. Oldukça başarılı ve geleceği parlak bir oyuncu. Kendisi bu mini dizide de harikalar yaratmıştı. Mimiklerini, davranışlarını -ki bence doğaçlama yaptığı çok yer vardı- ve duygusuzluğunu izlemek keyif vericiydi. Keşke bu bir mini dizi olmasaydı da Beth’i(Anya’yı) sezonlarca izleyebilseydim.



 Beni ilk okuyuşunuz değilse dizi kronolojisine göre hareket etmediğimi bilirsiniz. Genelde önemli olaylar veya karakterler üzerine inceleme yaparken diziyi anlatıyorum.




Öyleyse devam edelim. Beth… içki ve haplara olan bağlılığı korkunç derecede gerçekçiydi. Yatılı kaldığı okulda çocukları küçük yaşta neden sakinleştirici kullanmaya ittiklerini anlayamadım. Potansiyel bağımlı yarattılar. Belki burada hatayı yapan okul değil de Beth’e bu aklı veren Jolene’dir. Hapları saklamasını ve geceleri içmesi gerektiği fikri ondan çıkıyor malum. İzlerken hayrete düştüm ama 5-6 hapı birden yuttuğu oldu. Aklıma takılan soruysa şu: Bütün o hapları su olmadan nasıl yutuyorlar?

 


Beth’in dimdik oturuşu, rakiplerinin ellerini sıkışındaki eminliği, kahve içişindeki özen tüm bunlar benim aklıma kazınan davranışları ve oldukça etkili olduklarını söyleyebilirim. Satranç masasında ellerini çenesinin altına dayayıp rakiplerini izlemesi bende “ Acaba akıllarını mı okuyor?” sorusunu oluşturdu.


 

(Mehmet Dinçerler)

Gelelim Townes’a ya da biz ona Mehmet Dinçerler diyelim. Aşırı derecede benziyorlar birbirlerine. Townes’a ilk gördüğü an vuruluyor Beth ama vurulmamak elde mi siz söyleyin? Bu ikili devam eder diye düşünmüştüm ilk karşıma çıktığında ama tabii ki öyle olmadı. Hatta son bölümden sonra bile olup olmadıklarını anlamak mümkün değil. İlk karşılaştıklarında Beth oldukça küçüktü (15) ama yaşı ilerledikçe güzelleştiği Townes’un dikkatinden kaçmadı ve belki de o zaman onun farkına vardı bunu bilemeyeceğiz. Zaten bilsek de bize faydası ne tartışılır. 

Size dizinin aslında en büyük eksiğinin bir eksik olmadığını fark ettiğimi söylemek istiyorum. Durup düşününce hatta diziyi izlerken bile fark ediyorsunuz. Dizide ROMANTİKLİK namına hiçbir şey yok. Bir aşk var ama aslında yok. Daha doğrusu karakterler arasındaki aşka değil satranca duyulan bir aşk işlenmiş. Bunu çok sevdim. Ama içimdeki romantikliğe aşık olan kız dizide daha çok romantizm görmek isterdi. Gerçi görsek belki bunu diziye yakıştırmayacaktık. Dizinin akışını bozacaktı. Ya da Beth gibi mantıklı birisine bir aşk yakışmazdı.

 



Birçok erkekle gördük Beth’i ama en tatlısı Harry olabilir. Harry’i hepimiz tanıyoruz. Harry Potter’daki sinir bozucu kuzen Dudley. Ben kendisini izlemeyi çok keyif verici buldum. Özellikle Beth’in evine geldiğinde Beth’i dans ederken gördüğü andaki şapşik duruşu. (Evet şapşiği cümle içinde kullandım.) karakterler arasında tam romantik bir an yaklaşıyor dediğim her anın sonu hüsran olarak bitti. İstediğim o hazzı beklentiyi asla alamadım.

 





Gelelim Benny’e. Game of Thrones’dan ve Labirent serisinden bu oyuncuyu da tanıyoruz. Bu dizide kendisinin tarzı oldukça farklıydı. Bana The Walking Dead’de ki Rick Grimes’ı andırdı(Şapka yüzünden). Oldukça kibirli ve idealist birisiydi. Ama New York’da yaşamak uğruna o fare kapanına katlanılır mı be kardeşim? Ben katlanmazdım sanırım. Beth ile birlikte evine ilk girdiklerine ekrana bakarak “Hemen evine dönmelisin hemen!” dediğimi hatırlıyorum. Bun rağmen Benny’nin evinde geçen zamanlarda oldukça keyifliydi. Tam Netflix bu projesinde hiç eşcinsellik göstermedi diyordum ki son bölümde onu da görmüş olduk. Beth’in biseksüel olduğunu yani. Yorum yok.

 






Beth’in öz annesiyle ilgili dizinin en başına sıkıştırdıkları kısımlardan çok zevk almadım. Onu evlat edinen annesini ise sevdim. Ve üvey babasından nefret ettim (Aşk 101 Sinan’ın babasından ettiğim nefret kadar değil ama). Annesinin sadece para için Beth’i maçlara koşturması ilk olarak garip gelse de kızın Dünya Şampiyonu olmasıyla bitti. Sürekli hastalanan annesinin ölümü en başından öngörülebilirdi. Çok konuşulacak bir şey yok bu konu hakkında. Zaten Beth’in de çok üzüldüğünü düşünmüyorum.

               

Dizinin ilk iki bölümünü izledikten sonra uyuduğumda rüyamda sabaha kadar satranç oynadım. Eski bir amatör satranç oyuncusu olarak belki de diziyi izlemek benim için bu kadar keyif verici olmuştur. Satranca duyulan bu aşk veya takıntı ne derseniz deyin çok etkileyiciydi. Akıllara “Hiç mi sıkılmıyorsunuz?” sorusunu getiriyor. Maçlara giriyorlar. Hamlelerini unutmuyorlar. Daha sonra evde aynı düzeni tekrar hazırlayıp nerede ne yanlış yaptıklarını arıyorlar. Gece gündüz satranç oynamaları bi garibime gitmedi değil. Ama izlerken asla sıkmadı.


             


Dünya Şampiyonası için Rusya’ya gittiğinde aldığı muazzam destek çok şaşırtıcıydı. Ama bunun özellikle kadın olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Çünkü 1960’larda bunun ilginç bir durum olduğunu diziden de anlayabiliyoruz. Veeee en güzel sahne Borgov ile maça ara verdiklerinde Benny, Harry ve ikizlerin onu araması oldu. O sahnede ağlamadım demeyin lütfen.

 

Dizi olmasından dolayı sonunun daha bağlayıcı olacağını hayal etmiştim. Mesela babasının onu bulması gibi. Veya Townes’la mutlu sona ulaşmaları gibi. Ama dizi bize bunları vermedi. Dünya Şampiyonasından sonra neler oldu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Gerisini bizlerin hayal gücüne bıraktılar. E bizde böyle sonları hep sevmiyor muyuz zaten?



14 Ekim 2020 Çarşamba

NETFLIX - THE HAUNTING OF BLY MANOR /DİZİ YORUMU

 


Bu dizi için yorup yapıp yapmamak arasında çok kalmıştım. Ama işte görüyorsunuz buradayım. Çok detaylı olmayan incelememiz başlasın o zaman.

 


Baştan söyleyeyim Hill House çok daha güzeldi. Onu neden çok sevdiğimi Bly Manor’ı izlerken daha iyi anladım. Belki bir aile trajedisi olduğu için belki de daha çok korkutucu öğe barındırdığı için bilmiyorum. Ama her haliyle çok daha iyi bir diziydi. Ama konumuz Hill House değil Bly Manor.

 


Dizi çok merak uyandırıcı bir şekilde başlıyor. Hill House’daki oyuncuları farklı karakterler olarak görmek diziyi daha da ilginç kılıyor. Sanki tekrar o diziye devam edeceklermiş gibi hissettim ilk bölümde. Dizinin ilk 2 bölümü için sıkıcı diyorlardı. Ama ben hiiiiiç öyle hissetmedim. Çok güzel, olması gerektiği gibiydi.

 


Victoria Pedretti yine ve yine çok güzeldi. Kadın Netflix’e Premium üye oldu gibi duruyor. Ama böyle devam etsin çünkü onu ekranda görmek çok güzel.



 En sinir olduğum şey ne biliyor musunuz? Hill House’da gördüğümüz hayaletlerin hep bi hikayesi vardı. O hikayelerin altı hep dolu doluydu. Bu dizide işte o yoktu ya. Öylesine ölmüş insanlar hayaletmiş. EEE? Hiç hiç sevmedim o kısmı o yüzden. Veya Göldeki Kadın’ın sırf önüne çıktı diye birilerini öldürmesini. Beni hiç etkilemedi o kısımlar. Gereksiz buldum. Daha doğrusu altı boş bir hikayeydi. Suçluluk duygusuyla görülen hayalleri gerçek hayaletler sandık, gereksizdi. Dani’nin ölen nişanlısının hikayesi daha iyi olabilirdi.

 


En güzel kısım 5. Bölümdü. İlk 40 dakikasında inanılmaz sıkıldım. Ama son 20 dakikada bana woooow dedirtti. Zaten imdb’de en yüksek puanı alan bölüm 5.  bölüm. Mrs. Grose’un ölümünü kabullenmediği için hala görülebilir olması veya bunu fark etmemesi. Duvarlarda sürekli çatlak görmesi…Bu ayrıntıları çok sevdim. 



Owen karakterini çok iyi yazmadıkları belliydi. Altı çok iyi doldurulamamıştı. Bazı ayrıntıları o kadar sevmedim ki… Mesela evi sürekli arayan amcaymış. ??? Çok kötüydü ya.



 Hill House’da aile hikayesi izlerken Bly Manor’da birbirini tanımadan bir araya gelen insanların aile olmasını izledik. Bunu güzel yansıttıklarını düşünüyorum. Ancak diziyle ilgili olarak bu bir korku dizisi değil aşk dizisi diyorlar. Çok dürüst bir şekilde söylüyorum ki hiçbiri değil. Hangi aşk? Saplantılı dengesiz olan mı? Yoksa Dani ve bahçıvan kızınki mi? Ben iki aşktan da hiç hoşlanmadım. Ya diziden beklentim inanılmaz fazlaydı o yüzden bana yetmedi bu verdikleri ya da cidden yeterli bir dizi değildi. Karakterlerin bir ara monoloğa girip uzun uzun konuşmaları beni sıktı. İlerleterek izledim bazı kısımları. Çünkü normal uzunlukta değillerdi. Karakterlerle bağ kurmamız için yapılmış bir seçim belli ama ben sevemedim.

 


Peter’ı yani Oliver Jackson-Cohen’i izlemeye doyamadım gerçekten. Ne güzel bir adamsın sen ya. O ne güzel bir aksan. Peter’ın karakterini tutarlı olmasından dolayı sevdim. Ama Miss Jessel ile yaşadıkları aşk çok bayağıydı. Bir özelliği olmayan sıradan bir aşk izledik. Sonunda kadın adamı ölüme götürdü. Biliyoruz bu hikayeleri.

 


Dizide en sevdiğim şey çocuk oyunculardı. Floraya bayıldım. Özellikle bir repliği var ki “PERFECTLY SPLENDID” harika harika harika. Kızın konuşma tarzı aşırı hoşuma gitti. Dizide genel olarak gergin havayı bu kızın davranışları veriyordu. oyuncak evin hikayesini daha çok dinlemek isterdim. yaptığı bebekler. her karakteri ve hayaleti oyuncak bebek yapması beni bi ufak germedi de değil yani.



Miles sen nesin öyle ya. Bu yaşta bu güzel oyunculuk nedir? Bayıldım. Eminim siz de Miles’ın içine arada Peter kaçtığını anlamışsınızdır. Bunu güzel bağladıklarını düşünüyorum. Sadece şu anı anı dolaşma olayını çok anlatmadılar ben de çok üstüne düşmedim ne yalan söyleyeyim. İzledim bitti gitti işte.

 


8. bölümde geçmişe gidip her şeyin en başını göstermeleri güzeldi. Hikaye orada tam olarak oturdu. Sadece bir kadının inatçılığıyla bu sınırlı alanı oluşturduğu fikri çok aklıma yatmadı. Şimdi diyeceksin ki “Gökçe hayaletlere inandın da kadının gücü mü sorun?” evet haklısın ama napayım işte.

 


Güzel bir detay olarak şunu ekleyebilirim, evde kaldıkça hayaletlerin yüzlerinin silinmesi… Çok iyi olay. Hiçbir şey hatırlamaları vs.

 


Şimdi gelelim eeeeeen sonuna. Dani Viola’yı içine davet etti. BEN. SEN. BİZ dedi. (Göz renklerinin değişmesini de çok sevdim.) 10 yıl mutlu mesut yaşadı sonra Viola tekrar geldi çattı. NEDEN? Bi sona bağlanmaya çalışılmış trajedi oluşturulmaya çalışılmış ama yok sevmedim. Zaten son bölüm çok sıkıcıydı. Bir de Dani ve Jamie aşkı beni hiiiiiiç etkilemedi. Asla yükselemedim onlara. O yüzden bu dizi bana aşk hikayesi anlatıyor gibi gelmedi. Belki de bu yüzden çok sevemedim. Yaptıkları dram da o yüzden hiç etkilemedi. Dani Göldeki Kadın oldu. Jamie yaşlandı vs. Flora ve Miles’ın geçmişi hiç hatırlamamış olması ilginçti. Dani’ye görüşelim demişti. Ama neden hiç görüşmediklerini anlamadım. En son sahne için tek bir sorum var. NEDEN BÜYÜK MILES İÇİN ÇOK ÇİRKİN BİR CAST SEÇTİNİZ? Güzelim mis gibi çocuk büyüyünce fena bir şey olmuş.

 


Karman çorman yorumum bu şekildeydi. Belli bir sırayla gidemedim kusura bakmayın. Diziyi nasıl sevmemişsem artık… Yine de imdb’de 8 verdim. (Hill House 9 J )

 


9 Ekim 2020 Cuma

EMILY IN PARIS - DİZİ YORUMU

 



Diziyi tam olarak 5 dakika önce bitirdim ve aklımdaki detaylar uçup gitmeden sizlere anlatmak istiyorum.

 


Lily Colins harikaydı. O kadar güzel ve tatlı ki diziyi onun için izlemeye başlamıştım. Diziyi sevdim. Devamının gelmesini de istiyorum. Ama gelelim önce özete ardından detaylara…

 


Emily Şikago’da iyi bir şirkette pazarlamacı olarak çalışıyor. Onun üst kademesinde olan arkadaşı şirketin satın almış olduğu Paris’teki şirketin pazarlama bölümüne hamile olduğu için gidemiyor. Böylece asla Fransızca bilmeyen Emily yollara düşüyor.



 Emily’nin Paris’te yaşadığı dil sıkıntısına çok güzel değinmişlerdi. Çevresindeki Fransızların onu yok sayması, onunla konuşmaması veya ona kötü davranması oldukça gerçekçiydi. Tam olarak acaba ben de gitsem bana da mı öyle davranırlar diye düşündürtüyor. En güzel örnek sırf İngilizce konuştuğu için çiçekçi kadının ona kötü gülleri vermesi gibi…

 


Her bölümde önce Emily’nin bir hata yaptığını ve bu hatalarını düzelttiğini izledik. Zaten bölümler o kadar kısa ki hemencecik bitiyor dizi. İşletme öğrencisi olarak ve pazarlama alanında çalışmayı hedefleyen ben için oldukça yararı oldu diyebilirim. (Sadece Emily’nin fikirlerinden bahsediyorum lütfeeeen.)

 


Dizinin gıcık ve kötü patronu Slyvie çok yerinde bir karakter olmuştu bence. Oldukça katı ve otoriter. Kendinden asla ödün vermeyen güçlü bir imaj çizdi. Dizinin ilk bölümünde aklınızdan şu geçiyor: “Bu ikisi çok yakın arkadaş olacak.” Ama olmadı yani son bölümde kadının bir iyi niyetini görür gibi olduk sezon bitti. Slyvie’dan bahsetmişken Fransızların bu denli geniş olmaları beni bir hayli şaşırttı. Adam evli ve metresi var. Karısı metresi olduğunu biliyor. Daha sonra karısının Emily’e dediği şu laf “Yok artık!” dedirtiyor. “Sen daha iyi bir partner olursun.” PARDONNN? Yüzyıllar aşıldıkça genişlik seviyesi de mi artıyor?Gerçi bu durumun Fransızlara has olduğundan da bahsediyor. O yüzden bilemedim. Geçelim bunu ve daha iyi bir konuya değinelim. 

 

   


Gelelim Emily’nin alt komşusu Gabriel’e. Hatta gelelim ve gitmeyelim. Ah canım Gabriel. O gözler ne, o gülüş ne, ne güzel Fransızsın sen. Sürekli ha kavuşacaklar ha kavuşacaklar derken bir de ne olsun Gabriel’in kız arkadaşı çıktı hem deee dünya tatlısı bir kız. Bundan sonra işler baya karışmaya başlıyor. Emily Gabriel’ i öpüyor. Ardından sevgilisi olduğunu öğreniyor. Sonra başka bir erkekle beraber oluyor. Aşırı itici bir tipti. Sonra yine Gabriel’i öpüyor. Sonra Gabriel’in sevgilisinin 17 yaşındaki kardeşiyle beraber oluyor. Sonra bla bla bla bla. Tekrar Gabriel’e dönüyor. İzlerken keyif verici ama rahatlık seviyesi beni bi miktar rahatsız etti. 




Nedeeeen mi? Çünkü Gabriel’le beraberken aynı zamanda sevgilisiyle de çok yakın arkadaş oldu. Emily Bihter, Camille Nihal oldu. Behlül kim tahmin ediyorsunuz. (Aşk-ı Memnu hiç sevmem.)


 


Emily’nin kıyafetlerine her bölümde bayıldım. İnanılmaz giydirmişler. Tam olarak ilham olacak bir stildi. Ve Emily in Paris adını çok sevdim. Direkt içimden yurtdışına çıkınca ben de adımı böyle değiştireyim diye geçti. Ve bunu kesin yaparım.

 


Sürekli yanak yanağa her buluşmalarda öpüşmeleri bizi hatırlattı. Ben diziyi sevdim çok güzel, kafa yormayan çerezlik bir diziydi. Bir günde bitti. Umarım keyif alarak izlemişsinizdir. Ah bir de Emily’nin telefon kabından nefret ettim. 3. Bölümde fotoğraf makinası olduğunu anca anladım. Bence her kombinine göre telefon kabını değiştirselerdi daha göze hitap edebilirdi. 



Gökçe in İstanbul. Au revoir.