29 Aralık 2020 Salı

BRIDGERTON DİZİ YORUMU-NETFLIX ORİJİNAL DİZİSİ

 


Benim gibi Aşk ve Gurur sevenler bu diziyi yalayıp yuttu bile değil mi? 8 bölüm bir çırpıda bitti gitti. Bu arada dizimiz aslında bir kitap uyarlaması hatta bir kitap serisi var. Julia Quinn'in oldukça çok sayıdan oluşan bu eserini merak ederseniz bakabilirsiniz. Konuşacak çooook malzememiz var. Hepsini detaylıca inceleyip yorum yapacağım. Ama öncelikle dizi hakkında genel düşüncelerimi söylemem gerek. Ee bunun da bir kısmını artık spoilersız olarak yapmam gerekiyormuş. Sizden gelen tepkiler ve istekler o yönde çünkü. Benim de siz değerli okuyucularımı kırmamam gerek öyle değil mi ? J

 

 


Dizimiz 1813 yılında Londra’nın yüksek sosyetesinin arasında geçen aşk, entrika (çok çok az) ve karakterlerin mutluluğu arama hikayesini anlatıyor. Dönem işlerini seviyorsanız bu diziyi kaçırmayın derim. Kıyafetler, saçlar hepsi harikaydı. Oldukça görkemli ve gösterişli olduğunu söylemeliyim.



Dizide kendi hallerinde takılan bu yüksek tabakanın birden bir GOSSIP GIRL ile sarsıldığını görüyoruz. Nam-ı diğer Lady Whistledown J oldukça güzel bir isim seçimi. Kendisi sosyetenin içindeki sırları birden gazeteye döküp yazmaya başlıyor ve oldukça hareketli bir dönem Londra’yı etkisi altına alıyor.



Dizinin eleştirilecek çok yanı var. Daha doğrusu dönemin eleştirilecek çok yanı var. Yani bir nevi dünyamızın ve onun akla mantığa sığmayan gelenekleri de diyebiliriz. İzlerken sürekli sinir krizleri geçirebilirsiniz. Neyden mi bahsediyorum? Tabii ki KADINLARDAN.  Kadınların tek vasfı iyi bir eş olabilmek bunun için de evlilik yaşı gelene kadar evlilik eğitimi alıyorlar. Daha doğrusu ev hanımlığı diyelim. Ay böyle diyince de temizlik öğreniyorlar sanmayın. O fakir işi. Bunlar yüksek sosyete oldukları için her şeylerini yapacak birileri var zaten. Tek yapmaları gereken piyano çalmayı öğrenmek ve nakış işlemek e bir de tabi GÜZEL OLMAK. Çünkü maazallah güzel değilsen evlenemezsin ee çünkü sana koca gelmez! Kadınların sadece bir eşya gibi görücüye çıkıp koca aradığı partileri saymıyorum bile. Kollarında bir dans listesi asılı ve onlarla dans etmek isteyen erkekler isimlerini o listeye yazıyor. Oldukça komik ve garipti.

 


Neyse 1800 ler Avrupa yorumumu bitirdiysem eğer diziyi yorumlamaya ve karakterleri detaylıca incelemeye geçebiliriz.

 

Bridgetonlar sosyetenin gözbebeklerinden bi aile. Hele ki kızları Kraliçe tarafından “evlenilecek en güzel kadın” olarak onu seçtiğinden beri gözler üzerlerinde. Babaları (vikont) öldüğü için onu göremediğimiz bu ailenin 8 çocuğu var. 1 tanesi son bölümde ortaya çıkıyor. Çok da önemli bir ayrıntı değil. Erkekleri inanılmaz tatlı ve kızları da inanılmaz güzel olan bu ailenin soyu çoğu sosyete tarafından kıskanılıyor. 

Evettt gelelim Sosyete’nin Elması olan  Daphne Bridgerton’a. Kendisi kelimenin tam anlamıyla su gibi. Annesi tarafından evlenmek için eğitilmiş bu kızımız bir anda inanılmaz popüler olunca bir sürü talibi kapısını aşındırıyor ama tabii ki bu dizide de ne var? Onu hayattan soğutacak ve her şeyine karışan bir ABİSİ var. 


Aynı bu şekilde (burada sonuna kadar haklı) balo salonunda olan tüm herkesle ilgili bir sorun buldu ve kardeşini kimseyle görüştürmedi. Eve gelen misafirleri kovdu derken artık kimse gelmemeye başladı güzeller güzel Daphne'ye 1 kişi hariç. Çirkin yaşlı bir adam..... Yani gerçekten abisine diyecek laf bulamıyorum. 




Babasından sonra aile reisliğini ve vikontluğu eline alan Anthony rolüne kendini fazla kaptırmış deyip geçiyorum. 


Sıra geldi Muhteşem Hasting Dükü'ne. Gerçekten bu güzellik karşısında insanın dilinin tutulmaması elde değil. Şayet Aşk ve Gurur'dan da bildiğimiz Elizabeth gibi Daphne'de çok bilmiş ve burnu havada. Jane Austen'ın en sevdiği karakter stili diyebiliriz. Ee yalan yok biz de seviyoruz. 





Birbirlerinden hoşnut olmayan tavırlarının muhteşem bir aşka dönüşeceğini hepimiz biliyorduk. Birbirlerini gördükleri ilk saniyeden beri.






Ancak Simon bu kadar yakışıklı ve soylu olmanın bedelini de ödüyor şöyle ki etrafını kızlarını evlendirmek isteyen anneler sarınca bundan bir kurtuluş yolu arıyor. Ve pek akıllı Simon, Daphne’yi de işin içine katarak onun gözden düşmesinin altını çiziyor ve bir oyun oynama teklifinde bulunuyor. Oyuna göre ikisinin birbirleriyle konuştuğunu, dans ettiği gören anneler Simon’ı sıkıştırmaktan vazgeçecek ve Daphne’nin Simon’la beraber olduğunu gören erkekler ise kızla beraber olmak için can atacaklardı. 





Ee öyle de oldu. Simon'ın kafası rahat etti ve Daphne'de istediği taliplere ulaştı. Ancak bir türlü aradığı kişiyi bulamadı. (Aradığı kişi yanı başında diye de olabilir :) )




Bu arada önemli bir ayrıntıdan bahsetmeyi unuttum. Simon çocuk sahibi olmayı istemiyor onu geçtim evlenmek bile istemiyor. Bunun sebebi epey dramatik. Babası o küçükken onu saraydan göndermiş ve herkese öldü demiş. Nedeni ise Simon'ın kekeme olması... Babasıyla olan sahnelerde babasını boğazlamak ve ona biraz insanlık dersi vermek isteyebilirsiniz.


Onu bu durumdan kurtaran ise bu tatlı ve dobra teyzeciği(annesinin best friendiymiş). Daha sonra kekemeliği düzelen Simon babasına ölüm döşeğindeyken yemin ediyor. Soyunu devam ettirmeyeceğine dair.  Ölen bir adamın ardından yeminini tutmaya çalışıyor anlayacağınız. Gururun ölen bir adamın arkasından bile hayatının şeklini çizmesine izin veriyor. Alıp kafasını duvarlara vurmalık gerçekten. 



Daphne ile birlikte bir çok baloya katılıyorlar ve oldukça güzel bir arkadaşlık yakalıyorlar. E ama aşk bu rahat durur mu?



Simon'ın evlenmeye niyeti olmadığını fark eden teyzecik onu fırçalıyor ve Simon oyunu bitirmeye karar veriyor :( Çünkü beyefendi gönülünü eğlendiriyor ve evlenmeye de niyeti yok tabii. Bu durumdan oldukça üzülen Daphne (ve biz) bunun nedenini sorguluyor ama bir türlü bulamıyor. E tabii tam da beklenen oluyor ve şehre bir prens geliyor.




Prens'i gözünüz bir yerden ısırabilir. Çünkü kendisi Harry Potter'dan tanıdığımız Freddie Stroma hani Melez Prens'te Hermione'ye aşık olan ve Ron ile Quidditch için yarışan çocuk. 






İlgi kendisinden çekilince bir anda neye uğradığını şaşıran Simon soluğu Daphne’nin yanında alıyor ve olanlar oluyor. Onları bir arada gören abisi ise evleneceksiniz diye tutturunca Simon “Ben evlenemem.” demesin mi? Hem abinin hem benim şalterler bi attı orada. Sonrasında olanlar oldu bitenler bitti evlendiler tabii. En sonu mutlu sondu. Ancak eleştireceğim noktalar var. Kendimi hikayeyi anlatmaya kaptırmışım sanki izlemeden gelmişsiniz buraya gibi.



Simon’ın gereksiz bu halleri insanı çileden çıkaracak cinstendi. Kendisi tutturmuş çocuk istemiyorum varisim olmayacak. Çocuğumuz olmazsa ayrı yaşarız. Çocuğumuz eğer olursa da size bakarım o kadar. Ama her şey biter diyip diyip durdu. Ben ve Daphne onu o kadar sevmişken bize yaptığına bakın. Neyseeee o salaklığını geç de olsa gördü. Bebişleri oldu vs vs.


Asıl olay bizim tatlı Pen’imizin Lady Whistledown çıkmasıydı. Aslında eminim ki hepimizin aklından geçti bu ihtimal ama sonradan unuttuk. Ya sen şuncacık boyunla ne işlere karışmışsın be Penelope. Zaten kıyamam Colin’e deli gibi aşık. Çocuğun onu gördüğü yok. Çok üzüldüm minnoş kızıla.

Ama Eloise matbaa’nın önünde hani Whistledown’u korudu ya orada terziyi göstermeyince bi şüphelendim. Bir şey var bu işin içinde dedim ve evet doğruymuş. Garibim en yakın arkadaşını araştırıyor haberi yok. 




 

Dizi öyleee wooow süprizli bitmedi. Güzel tatlı tek seferde izlemelik bir tarihi romantik komedi dizisiydi.

 

Bu sefer biraz farklı bir anlatım sergiledim. Alışkın değilim böyle yazmaya. Siz olayı bilmiyormuşsunuz gibi aktarmak pek içime sinmedi. Bi daha olmasın J



 



NOT: Bu ailenin kıyafet seçimleri beni ve gözlerimi çok yordu. 



24 Kasım 2020 Salı

NETFLIX TÜRKİYE'NİN YENİ DİZİSİ-BİR BAŞKADIR /DİZİ YORUMU

 




Evet sonunda beklenen yazı geldi diyebiliriz. Ama bu yazım siz diziyi çok sevenlerdenseniz sizi tatmin etmeyecektir baştan söyleyeyim. Artık spoilerlık bir durumu kalmadı dizinin ki içinde spoiler olabilecek pek bir şey de yok. Baştan uyarayım bu bir inceleme yazısıdır. Tarzımı bilenlerdenseniz devam edelim. Değilseniz de karışık bir stilim olduğunun altını çizeyim.

 


Bir Başkadır’ın ilk fragmanı çıktığında fragmana yükselemedim. Hatta “ben bu diziyi izlemem” bile dedim. Ama malum sosyal baskı, sürü psikolojisi beni izlemeye itti. Hatta ve hatta vize haftamın ortasında oturdum diziyi izledim ve yorumumu yazıyorum. Deli miyim neyim? Dizi sosyal medyada o kadar konuşuldu o kadar konuşuldu ki kayıtsız kalabilmek imkansızlaştı. Herkes izledi ya herkes. E beni de bilirsiniz dizileri çıktığı ilk gün izlerim şak diye. Bunu izlemeyince bi eksiklik oldu. Dediğim gibi sürü psikolojisi. E başlıyorum o halde.

 


 Buradan bu yazıyı okuyan yönetmen, sanat yönetmeni, görüntü yönetmenine özürlerimi sunarım. Sonuç olarak ben bir şeyin yönetmeni değilim. Ya da vazgeçtim özür mözür dilemiyorum kimseden izleyiciyim ben. Ama yani özellikle mi uğraşmışlar İstanbul’u saçma sapan bir yer olarak gösterelim diye merak ediyorum. O karmaşa, keşmekeş beni bir yordu. Yani İstanbul’un en güzel yeri olan boğazı kaç kere gördük 1 mi? Uzun uzun gecekondu binalarının çekimi… Araştırmadım ama bence bu yönetmenlerin daha önceden festival filmlerinde çalışmışlıkları var. Dizinin çekimleri, yavaşlığı, durgunluğu sıkıcı bir festival filmi havası veriyor. Bakın çok ciddi söylüyorum diziyi ilerleterek izledim. Şimdi sen diyeceksin ki “Sen ne anlarsın be sanattan?” diyebilirsin tabii senin görüşün ama bu da benim görüşüm. Diziyi çok seven arkadaşlarım da var biliyorum ama ben inanılmaz zor katlandım diziye. Popülerliğin kölesi olmuşuz napalım. 60 saniye boyunca oyunucunun yürümesini izliyoruz. Veya televizyon izlemesini izliyoruz. Neden? Çekimler bana inanılmaz zorlama geldi. Siz dizinin sakinliğinde huzur bulmuş olabilirsiniz ama ben kesinlikle rahatsız oldum. Dizi kesinlikle adı gibi bir başka. 

 


Gelelim karakter incelemelerimize; ilk olarak tabii ki Meryem’den başlamak istiyorum. Öykü Karayel çok iyi oynamış. Evde yinge yinge diyip dolanıyorum. Meryem’in o saflığı izleyiciye çok güzel geçti. Ve konuştuğu sahnelerde izlemekten zevk aldım. Olaylar karşısında verdiği şaşırtıcı tepkiler çok komikti. Hayır bi de en sonunda geveze adamın verdiği çikolatayı açmadan adama çorap (J) vermesi. Orası ayrı tatlıydı. Adamın neden o kadar şoke olduğunu daha iyi anladık çünkü teklifi kabul ettiğini düşündü belli ki. Ama bir şeyi anlayamadım. Meryem yüzüğü bulduğunda bayılıyor ya o sevinçten mi oldu pişmanlıktan “ben naptım ya!” demekten mi bilemiyorum. Sanki bi mutlu olmuş gibi değil mi?

 


Peri hanım… İçinde barındırdığı öfkeyi anlayabiliyorum. Bunun farkında da sadece bunu engelleyemiyor. Ama ilk bölümlere nazaran kendini geliştirdiğini düşünüyorum. Ay birde Allah aşkına bu Hazal kim? Yani evdeki eski çalışan tamam. Ama Peri Meryem’e Hazal dediğinde ölmüş kardeşini hatırladı falan sandım. Altından hiçbir şey çıkmayacak bir şey olduğunu hiç düşünmedim. 

 




İlk bölümde şuursuzca inanmak hakkında güzel bir noktaya değindiklerini de söylemek istiyorum. Meryem Peri ile konuşurken hoca hakkında şöyle dedi: Hoca için Peygamber efendimiz soyundan geliyor diyorlar mübarek bir insan ama o reddediyor. Böyle bir kesim var ne yazık ki. Hoca nezdinde söylemiyorum tabii ama genel olarak “Hayır öyle değil.” Denen olaylara “Evet evet öyle” diye karşı çıkan bir kesim var. Var yani.

 


Hocayla ilgili dikkatimi çeken bir olay şu oldu. Gelen herkese aynı örneği veriyor herhalde. Hem Meryem’e hem Yasin'e çiçek örneğini verdi. Bu da aslında güzel bir göndermeydi. Ben hocayı sevdim. Oldukça minnoş, gerçekçi, iyi bir adamı izledik. Ve belki de en büyük önyargılar burada kırıldı. "İyi bir hocada mümkün olabiliyormuş demek" diye düşündürtmüş olabilir izleyiciyi. Kızının evlatlık olması beni şaşırttı.

 


Sinan bey veya Gülbin’le alaka
lı konuşacağım pek bir şey yok.

“Bugün kalacak mısın? Kalsana.”

“Yok gidicem.”

“Emin misin?”

(Geceyi beraber geçirirler.)

 


Bundan ibaretti. Adam pisliğin teki çıktı Rıza Baba. Ek olarak Meryem’in Peri’ye Sinan’dan bahsetmediği yerlerde ilk olarak aklıma kötü senaryolar geldi. Kadına bir şey mi yaptı tecavüz mü etti gibi düşündüm. Aşık olabileceğini hiç aklıma getirmedim.

 


Böyle bölük bölük olaylardan oluşan bence anlamsız bir diziydi. Sinan’ı gördük annesini gördük ee? Gülbin’i gördük kardeşlerini gördük ee? Yani gösterdiği şeylerin altında bir mesaj vardı da ben mi alamadım mesajı. Tamam biliyoruz hayattan sahneler, bu doğal bir dizi bi kere vs vs. ya da gözümüze soktukları mesajları tabii ki anladım. Ama dizi sanki “siz oturun biz sizi çekelim bitsin gitsin.” gibi geldi bana. Çekimler desen ya uzaktan ya yakından. Ortası veya farklı açıdan görüntüler yok. Tek taraflı görüyoruz genelde oyuncuları. Bunlar beni rahatsız etti. Şimdi diyorsundur belki içinden “Alışmışsın yabancıların yaptığı dizi/filmleri izlemeye bunu beğenmezsin tabii.” Valla bence bu diziyi zaten böyle yapıyorlarsa kimseye beğendirme kaygısı taşımıyorlar. Bu konuda çok eminim ben. Bu dizi her kesime hitap eden ama aynı zamanda herkese hitap etmeyen bir dizi. Son cümlem güzel oldu J Diziyi sanki düşmanım yapmış gibi gömmem peki?

 


Yingeye bayıldım ben. Funda Eryiğit nefis oynamış ya nefisssss. En en en iyisi oydu dizide. Kadının ses tonu, konuşması, İstanbul Türkçesi bile o kadar güzeldi ki saatlerce konuşsun dinlerim. Yengenin başından geçen talihsiz olayı hepimiz en başında anladık. Ama bazı detaylara o kadar takılıyorum ki onlara cevap bulamayınca sinirleniyorum. Mesela yengenin camdan izlediği hurma ağacı. Yasin hurmayı yiyip tükürünce kadın çıldırdı. Şimdi doğal olarak böyle bir olay yaşanınca altından hurmayla ilgili bir olay kötü bir anı veya güzel bir anı bekliyorsun. Ben ilk gördüğümde aklımdan geçen şuydu: Yengenin eskiden aşık olduğu adam ölünce Yasinle evlendi. Hala eski aşkını unutamadığı için de camdan bakıp bakıp onu düşünüyor e haliyle Yasin de ona sinirlendi dedim. E ben boşuna güzel beynimi yormuşum. Hiçbir şey olmadı.

 


Ruhiye köye gittiğinde oradaki tecavüzcüyle arasında geçen konuşma beni bi tık rahatsız etti. Farkındalık yaratmaya çalışıyorsun AMA NEYE FARKINDALIK?

 


Yasin. Angry birds Yasin. Bu ne sinir bu ne saçma bir üslup bu ne terbiyesiz bir adam yahu. Çok eminim böyle adamlar çok var ama yine de aşırı tilt oldum. Memnuniyetsiz, kindar, uyumsuz adamın teki. Ama yine de bunlara rağmen son bölümde ağlarken bi duygulanmadım değil.

 


Hocanın kızı ve onun arkadaşı(!) hakkında da konuşacak bir şey yok. Netflix’de hep gördüğümüz görmesekte alttan gözümüze sokulan olaylar biliyorsunuz. He hayatın gerçekleri değil mi öyleler tabii ki. Hoşuma giden şu oldu. Hayrunisa sanki baskıyla başını örttü sandık. Belki de öyleydi bilmiyorum. Ama başını örtmekten vazgeçtiğindeki hocanın tavrı olması gerektiği gibiydi.


Son olarak bu dizinin şöyle bir çabası olduğunu da söylemek mümkün o da şu ki: dizi "üst" sınıf diye adlandırdığımız veya kendini öyle adlandıran, muhafazakarlıktan uzaktan yakından alakası olmayan veya Peri gibi başını örtenlerden rahatsız olan insanlar için bir sorgulama aracı oldu diyebiliriz. İnsanlar kendilerini bi sorgulama ihtiyacı hissettiler. Belki Peri'nin annesi "Her ekrana da bir kapalı koymak zorundalar." dediği kısımda "Ayneeeen abi ne bu gözümüze sokma olayı." dediler veya dediniz. Ya da "Harbiden böyle önyargılar bende de var." dediniz ve bunu çözmek için sizde bir bakış açısı uyandırdı. Dizinin en altında verdiği mesaj "Hepimiz insanız, hepimizin konuşmaya ihtiyacı var." ya da "Önyargılarınızdan kurtulun pislikler." veya "Herkesin içinde bir inanca ihtiyacı vardır." olabilir. Dizinin sanatsal yönünü ortadan kaldırdığımızda aslında sosyal sınıflar için incelenebilecek veya dersler çıkartılabilecek noktalar olduğunu söylemem mümkün. Dizi zateeeen bana olanı gösterdiği için beni etkilemedi ancak sana kendini sorgulatabildiyse başarılı bir yapım diyebiliriz. Herkesin kafasının üstüne değil de bilincine yerleştirdiği o türbanı açması diliyorum. 

Bu diziyle alakalı söyleyeceklerim bu kadar. Beğendiğim şeyler de var şimdi yok demezsiniz. Ama beğenmediğim bana çekici gelmeyen şeyler de ortada. Benden size söz bir daha sürü psikolojisine kanmayacağım. Gideyim de daha az sanat barındıran diziler izleyeyim J Zevler ve renkler diyerek hoşçakalınnnnn.


PS: Hurma olayını öğrendim meğer ilerlettiğim için orayı kaçırmışım.


26 Ekim 2020 Pazartesi

NETFLIX'İN YENİ MİNİ DİZİSİ- THE QUEEN'S GAMBIT/ DİZİ YORUMU

 




Doya doya keyif alarak izlediğimiz diziler vardır hani her bölümünü büyük bir iştahla izleriz. Mesela buna en büyük örnek Anne with an E dir. Eminim siz de benimle aynı düşünüyorsunuzdur. İşte buna 2. örnekte bu dizi: The Queen’s Gambit.

 






9 yaşında satrançla tanışan Beth’in satrançla devam eden hayatını izliyoruz. Öksüz kaldıktan sonra yatılı okula giden Beth orada hademelik yapan Mr. Shaibel ile bir bağ kuruyor. Aslında çok kuvvetli bir bağ değil tamamen satranç üzerine bir bağ kuruyorlar. Ama bence izleyiciye yansıyan bu bağ yaşanandan çok daha kuvvetli çünkü şahsen ben Mr. Shaibel’e bayıldım. Adamı aşırı minnoş bir amca olarak gördüm. Veeee o öldüğünde eminim ki Beth’den daha çok üzüldüm. Duygularını pek kullanmayan bu kızın üzülmemesine şaşırmamak gerekiyor ama bir insanda hiç mi minnet olmaz yahu! 



Seni satrançla tanıştıran sana oynamayı öğreten bu gariban adamı bir kere bile ziyaret etmedin. Üstüne üstlük bir de bu adam onun ilk yarışmasına katılması için gerekli fon hizmetini de sağlıyor. Adamdan 5 dolar borç istiyor geri ödemesini 10 dolar olarak yapacağını söylüyor. Ancak adama parasını bile göndermiyor. O kadar sene geçti o kadar para kazandın zengin oldun el insaf ya!  Adamın ölüm haberini alınca bile istediğim tepkiyi vermedi bodrum kattaki tepkisi hariç… 



Mr. Shaibel’in ölümünden sonra yatılı kaldığı okula gidiyor ve bodrum katını ziyaret ediyor meğer Mr. Shaibel onunla ilgili her haberi kesmiş ve saklamış… İnanılmaz üzüldüm bu sahnede. Keşke daha çok görseydim dediğim bir karakterdi. Townes gibi…

 



Anya Taylor-Joy’u eminim ki tanımışsınızdır. Kendisi Split filmindeki deli adamın kaçırdığı kızdı. Ve Jane Austen’nın aynı isimle filme uyarlanan kitabından Emma’da Emma rolüne hayat vermişti. Oldukça başarılı ve geleceği parlak bir oyuncu. Kendisi bu mini dizide de harikalar yaratmıştı. Mimiklerini, davranışlarını -ki bence doğaçlama yaptığı çok yer vardı- ve duygusuzluğunu izlemek keyif vericiydi. Keşke bu bir mini dizi olmasaydı da Beth’i(Anya’yı) sezonlarca izleyebilseydim.



 Beni ilk okuyuşunuz değilse dizi kronolojisine göre hareket etmediğimi bilirsiniz. Genelde önemli olaylar veya karakterler üzerine inceleme yaparken diziyi anlatıyorum.




Öyleyse devam edelim. Beth… içki ve haplara olan bağlılığı korkunç derecede gerçekçiydi. Yatılı kaldığı okulda çocukları küçük yaşta neden sakinleştirici kullanmaya ittiklerini anlayamadım. Potansiyel bağımlı yarattılar. Belki burada hatayı yapan okul değil de Beth’e bu aklı veren Jolene’dir. Hapları saklamasını ve geceleri içmesi gerektiği fikri ondan çıkıyor malum. İzlerken hayrete düştüm ama 5-6 hapı birden yuttuğu oldu. Aklıma takılan soruysa şu: Bütün o hapları su olmadan nasıl yutuyorlar?

 


Beth’in dimdik oturuşu, rakiplerinin ellerini sıkışındaki eminliği, kahve içişindeki özen tüm bunlar benim aklıma kazınan davranışları ve oldukça etkili olduklarını söyleyebilirim. Satranç masasında ellerini çenesinin altına dayayıp rakiplerini izlemesi bende “ Acaba akıllarını mı okuyor?” sorusunu oluşturdu.


 

(Mehmet Dinçerler)

Gelelim Townes’a ya da biz ona Mehmet Dinçerler diyelim. Aşırı derecede benziyorlar birbirlerine. Townes’a ilk gördüğü an vuruluyor Beth ama vurulmamak elde mi siz söyleyin? Bu ikili devam eder diye düşünmüştüm ilk karşıma çıktığında ama tabii ki öyle olmadı. Hatta son bölümden sonra bile olup olmadıklarını anlamak mümkün değil. İlk karşılaştıklarında Beth oldukça küçüktü (15) ama yaşı ilerledikçe güzelleştiği Townes’un dikkatinden kaçmadı ve belki de o zaman onun farkına vardı bunu bilemeyeceğiz. Zaten bilsek de bize faydası ne tartışılır. 

Size dizinin aslında en büyük eksiğinin bir eksik olmadığını fark ettiğimi söylemek istiyorum. Durup düşününce hatta diziyi izlerken bile fark ediyorsunuz. Dizide ROMANTİKLİK namına hiçbir şey yok. Bir aşk var ama aslında yok. Daha doğrusu karakterler arasındaki aşka değil satranca duyulan bir aşk işlenmiş. Bunu çok sevdim. Ama içimdeki romantikliğe aşık olan kız dizide daha çok romantizm görmek isterdi. Gerçi görsek belki bunu diziye yakıştırmayacaktık. Dizinin akışını bozacaktı. Ya da Beth gibi mantıklı birisine bir aşk yakışmazdı.

 



Birçok erkekle gördük Beth’i ama en tatlısı Harry olabilir. Harry’i hepimiz tanıyoruz. Harry Potter’daki sinir bozucu kuzen Dudley. Ben kendisini izlemeyi çok keyif verici buldum. Özellikle Beth’in evine geldiğinde Beth’i dans ederken gördüğü andaki şapşik duruşu. (Evet şapşiği cümle içinde kullandım.) karakterler arasında tam romantik bir an yaklaşıyor dediğim her anın sonu hüsran olarak bitti. İstediğim o hazzı beklentiyi asla alamadım.

 





Gelelim Benny’e. Game of Thrones’dan ve Labirent serisinden bu oyuncuyu da tanıyoruz. Bu dizide kendisinin tarzı oldukça farklıydı. Bana The Walking Dead’de ki Rick Grimes’ı andırdı(Şapka yüzünden). Oldukça kibirli ve idealist birisiydi. Ama New York’da yaşamak uğruna o fare kapanına katlanılır mı be kardeşim? Ben katlanmazdım sanırım. Beth ile birlikte evine ilk girdiklerine ekrana bakarak “Hemen evine dönmelisin hemen!” dediğimi hatırlıyorum. Bun rağmen Benny’nin evinde geçen zamanlarda oldukça keyifliydi. Tam Netflix bu projesinde hiç eşcinsellik göstermedi diyordum ki son bölümde onu da görmüş olduk. Beth’in biseksüel olduğunu yani. Yorum yok.

 






Beth’in öz annesiyle ilgili dizinin en başına sıkıştırdıkları kısımlardan çok zevk almadım. Onu evlat edinen annesini ise sevdim. Ve üvey babasından nefret ettim (Aşk 101 Sinan’ın babasından ettiğim nefret kadar değil ama). Annesinin sadece para için Beth’i maçlara koşturması ilk olarak garip gelse de kızın Dünya Şampiyonu olmasıyla bitti. Sürekli hastalanan annesinin ölümü en başından öngörülebilirdi. Çok konuşulacak bir şey yok bu konu hakkında. Zaten Beth’in de çok üzüldüğünü düşünmüyorum.

               

Dizinin ilk iki bölümünü izledikten sonra uyuduğumda rüyamda sabaha kadar satranç oynadım. Eski bir amatör satranç oyuncusu olarak belki de diziyi izlemek benim için bu kadar keyif verici olmuştur. Satranca duyulan bu aşk veya takıntı ne derseniz deyin çok etkileyiciydi. Akıllara “Hiç mi sıkılmıyorsunuz?” sorusunu getiriyor. Maçlara giriyorlar. Hamlelerini unutmuyorlar. Daha sonra evde aynı düzeni tekrar hazırlayıp nerede ne yanlış yaptıklarını arıyorlar. Gece gündüz satranç oynamaları bi garibime gitmedi değil. Ama izlerken asla sıkmadı.


             


Dünya Şampiyonası için Rusya’ya gittiğinde aldığı muazzam destek çok şaşırtıcıydı. Ama bunun özellikle kadın olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Çünkü 1960’larda bunun ilginç bir durum olduğunu diziden de anlayabiliyoruz. Veeee en güzel sahne Borgov ile maça ara verdiklerinde Benny, Harry ve ikizlerin onu araması oldu. O sahnede ağlamadım demeyin lütfen.

 

Dizi olmasından dolayı sonunun daha bağlayıcı olacağını hayal etmiştim. Mesela babasının onu bulması gibi. Veya Townes’la mutlu sona ulaşmaları gibi. Ama dizi bize bunları vermedi. Dünya Şampiyonasından sonra neler oldu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Gerisini bizlerin hayal gücüne bıraktılar. E bizde böyle sonları hep sevmiyor muyuz zaten?